7. İstanbul Animasyon Festivali’nde Ödüller Sahiplerini Buldu

14:05 ebru altin 0 Comments

Her senenin en iyilerinin yarıştığı İstanbul Animasyon Festivali’nde ödüller belli oldu.Jürisini Baran Baran, Deniz Mutlu ve Emre Senan'ın oluşturduğu 7. İstanbul Animasyon Festivali'nde Finlandiyalı yönetmen Sanni Lahtinen, Chest of Drawers filmiyle En İyi Film ödülünü kazandı.



En İyi Türk Filmi ödülü ise Cutters filmiyle Ahmet Şerif Yıldırım ve İstanbul filmiyle İdil Ar arasında paylaştırıldı. Ahmet Şerif Yıldırım filmdeki yaratıcı anlatım tekniği, İdil Ar ise İstanbul’u etkileyici bir şekilde görselleştirmesinden dolayı ödülü haketti.

En İyi Öğrenci filmi de iki film arasında paylaştırıldı. Kanadalı yönetmen Marie Bloch-Laine’in filmi Alambic ve Çinli yönetmen Yi Zhao’nun filmi On The Water yaratıcı anlatım teknikleriyle jürinin beğenisini kazandı.



En İyi İlk Film ödülü ise İngiliz yönetmen David Prosser’ın oldu. Filmi Matter Fisher bu sene BAFTA adaylarından biriydi.

Fransız yönetmen Caroline Attia ise Elevator Operator filmiyle En İyi Müzik Videosu ödülüne sahip oldu. Son olarak Jüri Özel Ödülü ise La Detente filmiyle Fransız yönetmenler Pierre Ducos ve Bertrand Bey’in oldu. Jüri, La Detente’nin savaş anındaki bir askerin ruh halini muhteşem bir görsellikle anlatmasını ödülsüz bırakmadı.

PS: 8. İstanbul Animasyon Festivali 20 – 25 Kasım 2012 tarihde gerçekleşecek. Bu tarihe kadar İstanbul Animasyon Festivali ile ilgili tüm gelişmeleri ve ek etkinlikleri www.iafistanbul.com ve facebook.com/iafistanbul adreslerinden takip edebilirsiniz.

0 yorum :

Bilimkurgu Kitaplarından Uyarlanan Film Seçkileri 2...

11:49 ebru altin 0 Comments

Forbidden Planet (1956): Filmin öyküsünün geçtiği mekan, 2200'lü yılların başlarında, dünyadan 17 ışık yılı uzaktaki Alpha Aquilae, yıldız sisteminde yer alan Altair, VI gezegenidir. Buraya 20 yıl önce gönderilen keşif ekibinden uzunca bir süre haber alınamayınca araştırma yapmak için dünyadan bir gemi gönderilir. United Planets Cruiser C-57D gemisinin kaptanı kumandan John J. Adams'tır. Gemileri Altair VI'ye yaklaştığında gezegenden bir uyarı mesajı gelir.



Mesajı gönderen keşif ekibinin başı ise Dr. Morbius'tur ve onlara hemen geri dönmelerini söylemektedir. Geçerli bir gerekçe gösteremediği için kumandan Adams bunu reddeder ve gezegene iner. Onları Dr. Morbius'un müthiş icadı Robbis the Robot karşılar. Doktor onlara keşif ekibindeki herkesi görünmez bir canavar tarafından yok edildiğini anlatır. Hayatta kalan son kişiler kendisi ve kızı Altaira'dır. Görünmez canavar yeniden saldırıya geçtiğinde bir ölüm kalım mücadelesi başlayacaktır.

2001: A Space Odyssey/ 2001: Bir Uzay Destanı (1968): Bilim kurgu yazarı Arthur C. Clarke ile yönetmen Stanley Kubrick'in işbirliğinden doğan büyüleyici bir öykü…



Kubrick'in bilimkurgu filmleri arasında ciddi bir yere sahip olan bu filmde, hem görsel hem de işitsel olarak sanatsal bir kurgu bulunmakta.

A Clockwork Orange/ Otomatik Portakal (1971): Anthony Burgess'in aynı adlı yapıtından uyarlanan filmde, Britanya'da endüstri sonrası bir şehirdeki, ahlaki değerlerin birbirine karıştığı, iyi ve kötünün ayırt edilemez hale geldiği bir toplumda, gençlerden oluşan bir çetenin insanlara uyguladıkları şiddeti ve Alex üzerinden insan doğası ve toplumsal değerlerin çatışmasını konu eder.



Solaris (1972): Stanislaw Lem romanının sinemaya ilk uyarlaması… Uzak ve garip bir gezegendeki araştırma gemisine giden psikoloğun karşılaştığı ve içine çekilmeye başladığı yapay gerçeklik…



Star Wars (1977)/ Empire Strikes Back (1980): George Lucas'ın tasarladığı bu seri, en dikkat çekici ve eğlenceli bilimkurgu filmlerine örnek teşkil eder.



Çok uzak gelecekte geçen filmde, galaksiyi yöneten ve kötü tarafı temsil eden İmparatorluk güçleri ve bunlara karşı koymaya çalışan iyi niyetli asilerin aralarındaki savaşta, genç bir Jedi şövalyesinin oynadığı rolü farklı bir üslupla anlatıyor. Bu serinin bir başka özelliği ise 1977'de çekilen ilk versiyonunun 4. bölüm olarak gösterime girmesiydi.

Alien (1979): Bir yıldızlararası maden gemisinin uzak bir gezegende bulduğu yaratık, yoğunlaştırılmış asit kanı ve güçlü çenesi ile mürettebatı darmadağın ediyor. 1979'da çekilen Alien, uzaylı yaratıklarla insanoğlunun karşılaşması açısından dönüm noktası olan bir filmdir.



Blade Runner (1982): Gelecekte bir polis, dört kanun kaçağı, klonlanmış humanoid'in peşindedir. Philip F. Dick'in `Do Androids Dream of Electric Sheep?' öyküsünden esinlenilerek beyazperdeye uyarlanmıştır.



The Matrix (1999): İnsan yapısı, yapay zekanın gezegeni ele geçirilişi üzerine bir film… Bir tutam felsefe, fetiş kıyafetler ve hayli hoş özel efektler… İlki 1999'da gösterime giren Matrix, bilimkurgu tarihinde bir devrim yarattı. Felsefi yapısı itibariyle ağırlığını seyirci üzerinde hissettiren film, getirdiği yeni teknolojik efektler ile de bu serinin kült filmler arasındaki yerini almasını sağladı.



Filmde, yakın bir gelecekte, bir bilgisayar korsanının, yeryüzündeki tüm hayatın aslında siber bir organizma tarafından meydana gelen bir hayalden oluştuğunun ve insanların bedenlerinin makineler tarafından yakıt olarak kullanılması için herkesin bu şekilde uyutulduğunun farkına varmasını ve gerçek dünyaya dönme çabalarını anlatıyor.

Star Trek: Televizyon dizisinden sinemaya geçişe en güzel örneklerden birisi de `Uzay Yolu' serisidir. Bugüne kadar 6 televizyon dizisi, 10 sinema filmi, yüzlerce roman, video oyunu ve fan hikayesi olarak yayılmıştır.



İnsanların galakside diğer bilinçli canlılarla birleşerek Birleşik Gezegenler Federasyonu'nu kurdukları, hayali bir 3. Dünya Savaşı sonrası bir geleceği tasvir eder. Evrende yalnız olmadıklarını anlayınca insanlık kendilerine özgü birçok zayıflık ve kötü alışkanlıklarını geride bırakır. Kahramanlar genelde fedakardır ama zaman zaman sonuç almak için başka yollara baş vurabilirler.

0 yorum :

Bilimkurgu Kitaplarından Uyarlanan Film Seçkileri...

11:00 ebru altin 0 Comments

Bilimkurgu adını verdiğimiz edebi akımın tarihi, bilindiği üzere sanılandan çok daha eskiye dayanır. Hele de bilimkurgunun modernize olmuş hali sözkonusuysa,türün ortaya çıkışında klasik yazarların rolü de yadsınamaz olmuştur.

Jonathan Swift'in 1726 yılında yayımladığı “Gulliver'in Gezileri” isimli kitabının üçüncü cildinde açıkça bu konuya değinilir. Uçan kaleler, teknolojik eğilimlerle birlikte ele alındığında ise bu bir nevi `steam punk' adlı alt kültüründe ilk başlangıcı sayılabilmektedir.

Tür, yüzyıldan eski olsa da adı birkaç onlu yıllardan bu yana, syber punk akımını takip eder. Nitekim bu türün kökeninde yatan hızlı sanayileşme sürecinde, Jules Verne, H.G. Wells gibi bazı hayal gücü yüksek yazarlar yer alır.

Bilimkurgu ikinci ana sıçramasını ise Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yapmıştır. Uçaklar ve nükleer araştırmacılar artık evrene açılabilmenin hayal değil, sadece zamanını bekleyen, olacak bir olay olduğunu ortaya çıkartınca, bilim kurgu da insanın özündeki en önemli soruya, yani dışarıda yalnız olup olmadığımıza ve uzayda neler olabileceğine odaklanmıştır.

Altmışlı yıllara geldiğimizde ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında atom bombası ve uzay teknolojilerindeki gelişim bilimkurguya yön vermeye başlamıştır. Bilimin temel aldığı bu türde, uzay çağı teması ise baç tacı olmuştur.

Uzaya yapılan seferler, farklı türlerle tanışmalar, aya ve diğer güneş sistemi gezegenlerine yolculukları gibi temalar, artık bilimin ışığında olmakta ve bilimkurguya da doğal olarak ışık tutmaktadır.

Altın Çağ olarak adlandırılan 50'li yıllarda, yılda binlerce kitap gibi inanılmaz sayılarda gelişen Rus bilimkurgusu tamamen teknik gelişmelerle paralel ilerleyerek, soğuk savaş etkisi ile uzaya açılmaktaydı.

Bu durum insan psikolojisi temelli yazıları ile Stalinslaw Lem ve Isaac Asimov tarafından değiştirilmiş ve topluma bakış açısı, insanlık kavramı ve robot insan ilişkileri temel alınan yeni yere doğru itilmiştir. Asimov'un “Üç Robotik Kuralı” ve Lem'in “Solaris”'i insan kavramının ne olduğunu sorgulayan aykırı yapıtlardan birisi durumundadır. Bu konuyla ilgili incelenmesi gereken yazarlardan biriside “Blade Runner” ile Philip K. Dick'tir.

Günümüze gelindiğinde ise bilim kurgunun bakış açısındaki tarihsel değişimini gözlemlemek zor bir olay değildir. Nitekim teknolojinin gelişmesi, buna bağlı olarak da filmlerde kullanılan görsel efektlerinde gerçek bir görüntüden ayırt edilemeyecek kadar başarılı bir şekilde uygulanması ile birlikte bilimkurguda tamamen farklılaşmaya uğramıştır.

Dolayısıyla uçan arabalar, gelecekteki binalar, zaman yolculuğu gibi belli başlı konu başlıkları birçoğumuzun dikkatini çekmektedir. Durum böyle olunca bunun farkında olan yapımcılarda boş durmayarak, filmlerde bu unsurlar üzerinde ağırlıklı olarak durmayı tercih etmişlerdir.

Gerçi şu bir gerçek ki bilim kurguyu, bilim kurgu yapanda aslında beslendiği alt metindir. Bütün bunlarda bir yana diyecek olursak eğer, türün filmlerini son 20 senelik periyot içinde iyi takip edenlerin çok iyi bildikleri gibi filmlerde gösterilen birçok şey artık günümüzde yavaş yavaş gerçek olmaya başlamıştır.

Geçmişten günümüze kadar gelip, adından sıkça bahsettiren bilimkurgu filmlerinin üzerinden buyrun hep birlikte geçelim. Bakalım süreç içerisinde neler izlemiş, nelere hayranlık beslemişiz...

Metropolis (1927): Avustralyalı - Alman yönetmen Fritz Lang'ın çektiği sessiz bilimkurgu filmidir. Fütüristik bir distopya ortamında geçen film, sık rastlanan bir bilimkurgu temasını anlatır.


Kapitalist bir düzende işçiler ile işverenler arasında yaşanan sosyal krizi anlatmaktadır. Alman dışavurumcu sinema akımının bir örneği olan film aslında ekspresyonist olarak başlayıp daha ılımlı bir şekilde biter.



Sürekli tekrarlanan “üreten eller ile planlayan beyin arasındaki aracı, kalp olmalıdır” cümlesi, Almanlara o dönemde korporatizmin, ne kadar yakın göründüğünü anlatmaktadır.

The Day The Earth Stood Still / Dünyanın Durduğu Gün (1951): Robert Wise'ın yönetmenliği üstlendiği “The Day The Earth Stood Stil” adlı filmde, savaş sonrası, soğuk savaş Amerika'sında uçan bir daire Washington DC'ye konar ve içinden humanoid Klaatu ile robotu Gort çıkar. Olaylar ise böylece gelişmeye başlar.


The Thing (1951): The Thing/ Şey, 1951 yapımı Christian Nyby filmi, The Thing from Another World'un yeniden yapımıdır. Ancak yeniden çekimde 1951 yapımına esin kaynağı olan John W. Campbell. Jr'ın yazdığı `Who Goes There?' romanına daha sadık kalındı.


Film, buzda donduktan sonra canlandırılan şekil değiştirebilen bir uzaylı yaratık hakkındadır. Yaratık Antartika'daki bir bilimsel araştırma istasyonuna sızar ve Norveçli araştırma ekibini öldürür. Yakınlardaki bir Amerikan araştırma ekibi olayı araştırır ve sırayla yaratığın saldırısına uğrarlar.

War of the Worlds/ Dünyalar Savaşı (1953): HG. Wells'in dünyanın Marslılar tarafından istilasını anlatan romanından uyarlanmış bir başka soğuk savaş çağı filmi…


Film seçkimizi War of the Worlds ile sonlandırıp, devamı için yarın yine bekleriz diyor ve keyifli bir gün geçirmenizi temenni ediyoruz...

0 yorum :

Okudum, Bitti: Aklından Bir Sayı Tut! Tuttun mu

18:55 ebru altin 0 Comments

Ha bugün ha yarın derken nihayetinde okunmayı bekleyen bir kitabın kapağını daha an itibariyle kapatmış bulunmaktayım. Kitabın tuğla misali kalın olması veya olmaması benim için pek önem arzetmediği için bu da diğerlerinde olduğu gibi çabucak bitip, dolayısıyla kitaplıktaki yerini alıverdi işte.

Tabii bu kadar çok kitap okuyunca ne yalan söyleyeyim koyacak yer bulmada da acayip sıkıntı çekiyorum. Zira şimdiden 3 farklı şehirde eşgüdümlü olarak bulunmamdan dolayı kitaplığım bulunmakta. Bakalım oraları da doldurunca ne yapacağım :D

Aklından bir sayı tut... Evet, evet aklından bir sayı tut diyerek başlayan bir hikaye ve sonrasında cereyan eden olaylar zinciri...

Bir gün posta kutunuza göndereni belli olmayan bir mektup geldiğini farz edin. Mektupta sizden bir sayı tutmanız isteniyor. Sadece herhangi bir sayı... Sizden istenileni yapıp, zarfı açıyorsunuz. Ve o da ne? Parararammmmmmm... Aklınızdan tuttuğunuz sayı, açtığınız zarfın içindeki kağıtta yazıyor. Tabii gariplikler zinciri bununlada kalmıyor. Tuhaflıklar birbiri ardına devam ediyor. Sizce bu durum
şaşırtıcı bir tesadüf mü yoksa sizi çok iyi bilen birisinin kurnazca bir oyunu mu? Kararı siz verin....

PS 1: John Verdon, 25 ülkede yayımlann ve büyük yankı uyandıran gerilim dolu ilk romanı Aklından Bir Sayı Tut ile Agatha Cristie'nin yolunda gidiyor gibi geldi nedense..

0 yorum :

İzledik, Eğlendik: Ölü Gelin...

20:12 ebru altin 0 Comments

Aslında aklımda başka bir film izlemek varken Tim Burton'u epeyce boşladığım düşüncesine kapılarak kendimi bilmem kaçıncı defa seyrettiğim "Ölü Gelin"i izlerken buldum. Tim Burton'a karşı bakış açınız nedir, ne değildir bilemiyorum ama ben adamın tarzına hayranım.

Bundan ötürüdür ki bıkmadan usanmadan filmlerini oturup, defalarca izleyebilirim. Bakınız Ölü Gelin'de olduğu gibi...

Kaldı ki bana göre modern sinemada Tim Burton ve Terry Gilliam'in yeri bambaşka. Zira her ikisi de kendilerine özgü masalsı yapılarıyla gün ışığına çıkıyorlar. Böyle söylememdeki ana etken aslında her ikisinin de toplumsal dertlerini, masalsı öğelerin içerisine yerleştirerek harmanladıkları projelerde var olmalarıdır...

Tim Burton malum, kendine özgü özelliklere sahip, nev-i şahsına münhasır bir yönetmen. Ölü Gelin'de o özellikleri taşıyan filmlerden sadece birisi.












Zaman ve mekan verilmemesine karşılık, 1800'lü yılların Hollandası diyebileceğimiz bir yerde, karanlık ve puslu sokaklarda geçen film, görücü usulüyle tanışıp çok sevdiği Victoria ile evlenmek üzere olan utangaç genç Victor ve onun evlilik yemini provası yaparken yanlışlıkla uyandırdığı Ölü Gelin'in öyküsüne odaklanıyor.












Victor Van Dort, kısa süre sonra güzel Victoria ile evlenecektir. Ancak genç adam kendini henüz evlenmeye hazır biri gibi hissetmez. Kendi kendine yüzük takma provası yaparken yüzüğü yanlışlıkla Ölü Gelin'in parmağına takıverir ve apar topar Ölüler Diyarı'na götürülür. Ölüler Diyarı'ndaki hayat ise yaşayanların dünyasının sıkıcılığından uzak ve çok daha eğlenceli bir yerdir. Yine de hiçbir şey Victor'un Victoria'ya kavuşmasına engel olamaz.













Bu filminde Tim Burton aslında Viktoryen dönemin demokrat ailelerindeki iletişimsizliğine gönderme yapıyor birazda. Evlerin içindeki yaşamları koyu mavi tonlarıyla resmederek bu dünyayı sıkıcı olarak gösteriyor. Tabiri caizse çerçeve tercihlerini de ona göre yapıyor.












Baş karakter olarak kullandığı Victor’u ise bu dünyanın sistemine karşı çıkan muhalif olarak resmediyor ve biriyle görücü usulü evlenecekken kaçtığını gösteriyor. Ve ardından ‘masalsı bir hareket’le onu ölüler (ötekiler) dünyasına sokuveriyor. Ya sonunda ne oluyor derseniz orasını da izleyip siz görün der, ardından da filmin güzel bir soundractıyla sizleri başbaşa bırakarak, köşeme çekilirim.

PS 1: Ölü gelinin kafasına vurduğunda çıkan kurtçuk, bizde kendi kafamıza vurduğumuzda hemen pırtt diye çıksa, bizi yormasa hiç fena olmaz hani...

PS 2: Korseli kıyafetlere animasyonda da olsa bayıldım . Bende istiyorum :D


[Extrait De Film] Piano Duet Corpse Bride ile cabral

0 yorum :

Okuduk Bitti: Senden Başka Yok!

10:14 ebru altin 0 Comments

İtiraf edeyim Marian Keyes ismini Antalya'da mesken edindiğim D&R'a gidesiye kadar hiç duymamıştım. Bu nedenden ötürüdür ki Keyes için kimdir, nedir, ne üzerine yazılar yazar şeklinde peşisıra sıralanan fikirlerim yoktu.

Beyaz bir kapak üzerinde illüstrasyon bir kız ve ünlü tasarımcı Bijan'ın müşterileri için beklettiği özel tasarım sarı taksisi gibi arz-ı endam eden bir araç resmi vardı. Yanında da doğal olarak bir not yazılıydı. Senden Başka Yok!

Ne yalan söyleyeyim bu olsa olsa bana ancak evrenden bir mesajdır düşüncesiyle sayfaların arasında hızla dolaşmaya başladım. Irish Independent Marian Keyes için Maeve Binchy'nin tahtına kurulan modern bir roman kraliçesi olma yolunda gidiyor tarzında birşeyler söyleyince de waoowww dedim. Senelerin Maeve Binchy'si yine karşımda demek...

Binchy okurlarının yakından bileceği üzere hemen hemen tüm kitaplarında buram buram İrlanda konu edinir. Gitmeden bilirsiniz, köşeyi dönünce sizi hangi meyhanenin karşılayacağını... Ona göre de ya hızlanırsınız, yada yavaş adımlarla yolunuza devam edersiniz.

Keyes aslına bakarsanız bu aşamada Binchy ile zıtlıklarda taşımıyor değil hani. Karakterlerin birçoğu İrlandalı olmuş olsa da hikayenin kahramanları genellikle New York'u mesken edinenlerden oluyor. Aynı kitabın esas kızı Anna gibi...

Ölmüş bir koca, ölmüş kocanın arkasından günlerce gözyaşı döken yanlız bir kadın, ve o kadının çevresinde var olan bir sürü arkadaş topluluğu... Evet, kitap kısaca bu kadar, dağılabilirsiniz arkadaşlar demek çok isterdim ama asıl hikaye işte tamda o noktada başladığı için benden şimdilik bu kadar olsun diyorum. Merak ettiyseniz alın, okuyun... Sonrasında ben burdayım nasıl buldum, nasıl buldunuz konuşup, tartışalım...

PS: Bu arada bu kitap nedendir bilinmez bana P.S:I Love You filmini çağrıştırdı. Sizde de aynı etkiyi yarattımı merak ettim...
PS 2: Yazarın başka bir kitabını okur muyum? Hiçbir fikrim yok doğrusu...
PS 3: Can sıkıntısından kurtulup, birkaç günlüğüne bir yerlere kaçamak yapmayı düşlüyorsanız eğer bu kitap tamda şu anda aradığınız kitap olabilir. Benden söylemesi.

0 yorum :

Almak İçin Sabırsızlandıklarım...

15:11 ebru altin 0 Comments

Tipik bir kitap kurdu olarak itiraf etmem gerekirse eğer kitap okumaya doyamıyorum. Türü, içeriği, konusu açıkçası benim için hiç farketmiyor. Etkileyici bir başlık ve beni benden alabilecek kapak tasarımı, o kitabın çantama girmesi için yeterli gerekçelerden sadece ikisi... Eh sonrası malum zaten, söylemeye gerek yok.

Tesadüf bu olsa gerek - okunacak en azından 4 kitabım olmuş olmasına rağmen - mevcut kitaplarımın arasına 2 tane daha arkadaş getirmeye hazırlanıyorum şu aralar... Bir tanesi adı ve kapak tasarımıyla ilgimi çeken "Şemsiye Akademisi", diğeri ise sevdiğim bir yazar olması bakımından Paulo Coelho'yu konu eden "Paulo Coelho Bir Savaşçının Yaşamı isimli kitap...

Öncesinde çantamın sonrasında ise kitağlığımda yerini alacak olan kitaplara gelin birlikte göz atalım...

Şemsiye Akademisi / Umbrella Academy

Herşey dünya genelinde gerçekleşen sıradışı bir olayla başlar. Daha önce hiçbir gebelik belirtisi göstermeyen kadınlar, ardı ardına 43 çocuk dünyaya getirirler. Milyoner mucit Reginald Hargreeves ise bu çocuklardan 7 tanesini evlat edinir. Keendisine bunun nedeni sorulduğunda ise sadece dünyayı kurtarmak için, der.

Hargreeves, sıradışı güçleri olan bu çocukları eğitmek için Şemsiye Akademisi'ni kurar. Bu akademi çocuklar için içlerindeki güçleri keşfetmeyi sağlayacak bir aile olacaktır fakat bu aile çok da kalıcı olmayacaktır.

Konu kısaca bu şekilde diyerek daha fazla detaya girmeyelim. Okuyalım, görelim bakalım neler olacak Şemsiye Akademisi'nde...






Paulo Coelho - Bir Savaşçının Yaşamı

Uzun ve çetrefilli araştırmaların ardından kaleme aldığı biyografilerle ünlü Fernando Morais, Paulo Coelho - Bir Savaşçının Yaşamı adını verdiği bu kitapta Coelho'nun var olma serüvenini gözler önüne seriyor.

Simyacı, Zahir, Hac gibi romanlarıyla ülkemizde de çok sevilen Paulo Coelho'nun yaşamöyküsü, tıpkı kitapları gibi bir solukta okunan sürükleyici bir serüven olacağa benziyor.

0 yorum :

Biri Animasyon Festivali mi Dedi...

09:27 ebru altin 0 Comments

Duyduk ki yarın işiniz yokmuş ve ne yapsak diye de kara kara düşünüyormuşsunuz. Benden duymuş olmayın ama acil çözüm merkezi olarak size bulduğumuz etkinlikle gününüz siyah - beyaz görüntüden renkli ekrana geçercesine adeta renklenerek, keyifli bir güne doğru yelken açmış olacaksınız. Evet, evet ben varım diyorsanız eğer buyrun Animasyon Festivali'ne...

Bu sene yedincisi düzenlenecek İstanbul Animasyon Festivali 22 - 27 Kasım tarihleri arasında Pera Müzesinde izleyicileriyle buluşacak. Her sene olduğu gibi son iki senenin en iyi animasyon filmlerini programına dahil eden İstanbul Animasyon Festivali, aynı zamanda seyirciye animasyon dolu bir hafta yaşatacak.

Festival dahilinde gösterilecek uzun metraj filmlerin biletleri 10 TL - indirimli 5 TL, kısa metraj gösterimlerin biltleri ise 5 TL'den Pera Müzesi'nde satışa sunulacak. Atölte çalışmasına ise ücretsiz olarak katılınabilecek.

Festival kapsamında gösterilecek animasyon seçkilerinden örnekler ise şu şekilde...

Luminaris














Maska















Paths of Hate















Wings and Oars

0 yorum :

Okuduk Bitti: Bir Gün...

12:09 ebru altin 0 Comments

Aşk… Kimine göre an içerisinde yaşanılıp, bir an da tüketilen bir sevgi yumağı, kimine göre ise içten içe yaşanan, derin bir sadakat ve bağlılıkla, doğru zamanın gelmesinin beklenildiği bir andan ibaret olan bir olgu…

Eylemin tam da kendisidir oysa ki… Acı veya tatlı… Sonuç her ne olursa olsun derinden bir bağlılıkla, derinini hissedebilmektir birlikte olduğun kişinin oysa ki…

Kimi için mutlu sondur, kimi içinse hüzünlü… Oysa ki her ayrılık yeni bir başlangıcın, her başlangıç yeni bir sürecin habercisidir… Aynı bir çırpıda okuduğum kitabın baş karakterlerinden Emma ve Dexter’ın birbirine duyduğu gizli bağlılıkta olduğu gibi…

Evet, Emma ve Dexter gibi… İki farklı karakter, iki ayrı bakış açısı ve bu şekilde devam eden 20 yıllık bir arkadaşlık (!) Bir roman kahramanından öte, bizden birisi gibi sanki…

Sıcak, yapmacıklıktan uzak, içimizden birisi… Derdimizi anlattığımız yakın bir arkadaş veya bulunduğumuz yerde kulak kabarttığımız bir olayın birinci derecede muhatabı olan kişiler gibi sanki. Malum İngiltere’nin son dönemdeki en iyi senaryo yazarlarından sayılan David Nicholls’un haftalardır birinci sırada olan kitabı “Bir Gün”, Daily Mirror’un söyleminde olduğu gibi modern klasiklere aday gösterilebilecek türde bir yapıt.

Kimdi peki bu Emma ve Dexter… Neydi birbirlerine olan bu bağlılığın adı? Arkadaşlık, dostluk veya sevgililik mi?

Emma Morley… Aşık ve aşkının farkında bir kadın.
Ya Dexter Mayhew…

Arkadaşlıkla gerçek sevgiyi hep karıştıran, hayatına birçok kadın girmiş olmasına rağmen yalnızca bir tek kadının derinini hissedebilen bir adam…

Herkesin bir Dexter’ı veya Emma’sı olmuştur yaşamında nede olsa… Aradığı anda yüreğini sıkıştıran, öptüğünde hatta sevişirken bile arkadaşı olduğunu düşündüren bir adam…

Ve yine kendi Emma’sı olmuştur o adamın… Ne zaman arasa telefonu açıp derdine ortak olan, dinleyen, sualsiz bir Emma’sı olmuştur. Canı sıkıldığında giden, dönmek istediğinde sorgusuz sualsiz içeri girebileceğini sanan, limandaki sessizce bekleyen bir gemiye bineceğini düşünen ıssız adamların Emma’sı…

Çünkü o her zaman oradadır. Bekler, kelimeleri içine akıtırken… Günün, kendisine gelmesini bekler, sessizce… Gün geçip de her çiçeğin balını topladığında, yapılacak her şeyi yapıp artık yorulduğunda bakar geçmişine adam… Onca günübirlik kadınlara… Ayıkladığında bir bir kim kalır peki ona? Tek dostu ve aslında tek aşık olduğu kadın Emma…

Oysa ki onlar hiç arkadaş olmamışlardır… Adı sadece arkadaştır. Ağza dolanan bir laf sadece… Ancak aynı zamanda anlamıyla da hiçbir zaman örtüşmeyen bir gerçeklik olgusu…

Ne Dexter ne de Emma… Yaşanılan bir günlük ilişki sonrasında gelen arkadaşlığı unutmaz oysa… Belki sıkıntılı anlarda gelirler birbirlerinin akıllarına. Belki de yalnız kalınca fark ederler birbirlerinin değerini… Ama onlar hep aşıktırlar. Arkadaş olarak değil, iki sevgili gibi… Fütursuz, derinden ve samimi…

Yanlarında her kim olursa olsun hep birbirlerinin siluetlerini görürler beraber oldukları kişilerde… Emma Dexter’ı, Dexter ise Emma’yı…

Her şeyi, her detayı sığdırırlar 20 seneye yaydıkları arkadaşlıklarına… Bir tek şey hariç! Bir tek birbirlerini deli gibi istediklerini söyleyemezler. Araya evlilikler, yeni ilişkiler girmesine rağmen doğru zamanı beklerler, birbirlerine olan itiraflarını yapabilmek için…

Her şey bitip, herkes gittiğinde anladılarsa da, koştular birbirlerinin peşinden…. Gereksiz yere gurur’un mağduru olmadılar.

Emma, Dexter’ı yermedi hiçbir zaman. Her şeyiyle, yaptığı onca şeyle kabul edebildi onu. Ne zaman gelirse gelsin, yanında olacağını biliyordu Dexter, Emma’nın…

Hissettiği hiçbir şeyi saklamadı, Emma. Kimi zaman öfkelendi, kimi zamansa keyiflendi… Ama ne olursa olsun saklamadı duygularını Dexter’dan…

Em ve Dex, aynı okulda okumuş olmalarına rağmen birbirlerinden habersiz bir şekilde mezuniyet gecelerinde tanışıp, birlikte olurlar. Tek gecelik bir ilişki diye bakarlar ilk başta olanlara… Sabah olduğunda ise ayrı hayatlara gitmeleri gerektiğini birbirlerine hatırlatırlar. Ancak sabah ayrılmak ve ayrı hayatlara gitmek o kadar da kolay olmaz.

O gece yaşadıkları şeyleri bir daha yaşamazlar belki ama birbirlerinin hayatlarından da çıkamazlar. Birbirlerinin sevgilileri ile tanışıp, onlar hakkında yorumlar yapar, aylarca uzak kalmalarına rağmen bağlarını asla kopartamazlar.

Em, her zaman Dex’e akıl verip, destek olmaya çalışır. Her şeyi paylaşırlar… Bir tek şey dışında… Paylaşmadıkları tek şey birbirlerine olan duygularıdır zira…

Bu şekilde yaşamları yıllar sürer… Kimi zaman kavga edip, bir daha görüşmeme kararı alırlar. Ama kötü giden bir şeyler olduğunda da hemen birbirlerine ulaşıp, birbirlerine destek olurlar.

Haftalar ayları, aylar ise yılları kovalar… Hayatın ciddi yüzüyle tanıştıklarında hayatlarında da birçok şey değişikliğe uğramıştır oysa… Başarısızlıklar, dibe vurmalar, yaşamlarını yeniden şekillendirmeler, yalnızlıklar… Herkes, her şey değişir… Emma ve Dexter’in aralarındaki kuvvetli bağ dışında…

Dexter, hamile kaldıktan sonra Sylvie ile evlenmek zorunda kalır ama doğru yaptığına da asla emin olamaz. Emma’da başkasıyla nişanlanır, sevgilileri olur… Evlenmiş veya nişanlanmış olsalar dahi ikisi de bir gün birlikte olacaklarını düşünerek hareket ederler. Hayat onlara çok şey yaşatır. İhanetler, yalnızlıklar, boşa geçirilmiş acı yıllar… Ancak artık geçmişe hele bir de yirmi yıl öncesine dönmek imkansızdır.

Peki ya mutluluk… Onlar sonsuza kadar mutlu oldu yada olamadı. Zor olan Emma ve Dexter olmaktı. Bir şeylerin üzerine korkusuzca gidebilmek, sıkışınca kaçıp gitmemek demekti aşk, onlar için…

Hani her mutluluğun içinde biraz hüzün vardır denir ya, işte öyle bir hikaye bu kitaptaki de… Yapmanız gereken tek şey algınızı açık tutup, hikayenin kahramanlarında kendinizden bir şeyler bulmayı başarabilmek oysa…

Nede olsa Emma ve Dexter’in resmettiği tablo, pek bir tanıdık… Kim bilir belki kendinizden belki de çevrenizdeki kişilerden bir parça yansıma vardır o resmin içinde… Siz sadece bakın… Yalansız, dolansız, en saf halinizle bakın… Gördüklerinize siz dahi inanamayacaksınız…

“Bir Gün”, Yazar: David Nicholls, Çeviren: Nalan Işık Çeper, 536 Sayfa, Pegasus Yayınları, 2011

0 yorum :

Bir Tutam Cennet:Dile Benden Ne Dilersen

12:04 ebru altin 0 Comments

Ölüm anında olan birisine 3 dilek hakkı tanınmış olsaydı eğer tercihleri nelerden yana olurdu acaba… Kimine göre aşk, kimine göre para… Veya kim bilir sağlık, huzur diye uzayıp giderdi belki de liste… Belki de öyle hazırlıksız yakalanırdı ki, bunların hiçbirisi istenemezdi. Ölümle yaşam arasındaki ince çizgide olan birisi ölmemekten başka ne isteyebilirdi ki oysa…
Dramatik ögelerle bezeli Bir Tutam Cennet isimli film, yaşamla ölüm arasındaki o acı gerçeği işte böyle bir noktada bir anda gözler önüne seriveriyor. Mesleğinin zirvesinde olan ve kafasına pek bir şey takmayan kızımız şirinlikleriyle ve hayat dolu enerjisiyle öncelikle bize sevimlilik abidesi bir karakter olarak kendini gösteriyor. Yalnız bir yaşam, güzel bir iş, günübirlik ilişkiler ve gencim, güzelim, bekarım modunda hayat bana güzel tavırları… Çevresinde pervane olan bir sürü kankavari arkadaş topluluğu da cabası…
Ama bir gün öyle bir gerçekle karşılaşılıyor ki o an işte her şey sona eriyor. Acı gerçek şirin kızımızın yüzüne çarpıveriyor. Öleceksin! Çünkü Kolon Kanseri gerçeğiyle karşı karşıyasın. New Orleans’da bir reklam ajansında çalışan, hayata gülen gözlerle bakmayı seven, son derece eğlenceli ve güzel bir kadın olan Marley, sağlık kontrolü için doktora gittiğinde hastalığıyla yüzyüze gelir. O noktadan sonra ise bildiği ve inandığı her şeyde kırılma yaşamaya başlar. En büyük korkusu olan aşka ise bodoslamadan dalar. Hem de doktoruyla…

Zira bu noktada bir doktorun hastasıyla ilişki yaşamasının etik kurallara uyup uymadığını düşünmeye dahi hiç gerek yok. Ne de olsa kurallar her zaman olmasa da ihlal edilmek için oluşturulurlar.
Aşk ve ölüm… Film işte bu iki gerçekten yola çıkarak hayatın iki yoğun duygusuna dokunuveriyor. Çünkü Marley ölüme bulaştığı anda aşkı da buluyor.

Film, aslında hayat akıp giderken, sen o hayatın neresinde, nasıl ve ne konumda duruyorsun diye soruyor bir nevi farkında olmadan size… Hayatın yükünü yalnız taşımaktan ziyade gidin bulun birisini demeye getiriyor. Peki ya siz? Siz o hayatın neresinde duruyorsunuz?
Nicole Kassell’in yönetmenlik koltuğuna oturduğu, Kate Hudson’un ise şirin kızımız Marley’i canlandırırken girdiği o ruh hallerinin gerçekçi yansıması karşısında kendinizden geçerken, film sonunda hayatınıza bir kez daha göz atma şansı yakalayacaksınız.

Sonuç itibariyle ya hayatı ıskalamaya devam edecek, ya da sıkı sıkıya tutunacaksınız. Karar size kalmış…

0 yorum :

İlişki Durumu Karmaşık: Ya Sizin İlişkiniz Nasıl?

11:57 ebru altin 0 Comments

Son 30 yılda birbirinden başarılı romantik komedilere imzasını atan usta yönetmen Nancy Meyers, en yeni filmi İlişki Durumu: Karmaşık / It’s Complicated ile kocasından yıllar önce ayrılan bir kadının iki arada bir derede kalma durumunu salt bir şekilde gözler önüne seriyor.

Bilindiği üzere Meyers filmlerinin bir çoğunda uzun süredir kaçınmaya çalıştıkları gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalan yetişkin karakterlerin hikayesine yer veriyordu. Nitekim Kadınlar Ne İster, Aşkta Herşey Mümkün ve Tatil gibi filmlerine şu aralar yenisini ekleyen başarılı yönetmen, var olan özelliğini bir kez daha sinemaseverlerin beğenisine sundu.

Jane Adler, üç yetişkin çocuğun annesi ve Santa Barbara’da restoran sahibi donanımlı bir iş kadınıdır. On yıl önce boşandığı eski avukat kocası Jake ile de dostça bir ilişkisi vardır. Ancak Jane ve Jake, oğullarının mezuniyet töreni için kendilerini şehir dışında bulunca bazı şeyler karmaşık hale gelmeye başlar.

Birbiri ardına şarap kadehleri eşliğinde yenen masum bir yemek, 19 yıl süren ve 10 yıl önce noktalanan evliliklerinden tatlı anıların dile getirildiği kahkaha dolu bir sohbete dönüşmüştür. Sonrasında gelen gizli ilişki ise elbette ki kaçınılmaz olmuştur. Ancak Jake artık kendisinden oldukça genç olan Agness ile evlenmiş ve böylece Jane artık diğer kadın konumuna geçmiştir.

Bu arada Jane’in restoranındaki mutfağı yeniden tasarlaması için anlaşma yapılan mimar Adam’ı bu noktada unutmamak gerekir. Çünkü Adam da bu yenilenen romantizmin ortasında ister istemez kalmak durumunda kalır ki, sonuç tam da bir evlere şenlik konumuna bürünüverir.

Boşanmış bir erkek olan Adam, Jane’e aşık olmaya başlarken alışılmadık bir aşk üçgeninin parçası olduğunun bir anda farkına varır. Bundan sonrası ise tahmin edileceği gibi tam bir çıkmaz boyutundadır. Eski kocaya geri mi dönmeli yoksa geçmiş mazide kaldı edasıyla yeni aşka yelken mi açmalıdır?

Konusu itibariyle gayet keyifli bir 118 dakika geçireceğiniz filmin oyuncu kadrosu birbirinden yetenekli isimlerle bezeli durumda. İki Oscar ödüllü Merly Streep’in başı çektiği filmin erkek kanadındaki oyuncular ise Steve Martin ve Alec Baldwin şeklinde…

Birbirinden boşanmış bir çiftin bir anlık kıvılcımla tekrar bir araya gelmeleri ve içindeki aşkı tekrar canlandırmalarını anlatan, ağır ilerlemesine rağmen, izlerken sıkmayan ve aksine filmin içine seyirciyi çekmeyi rahatlıkla başaran filmde hepinize şimdiden keyifli seyirler dilerim. Kim bilir belki sizde bu filmde kendinizden bir şeyler bulursunuz, belli mi olur?

0 yorum :