Yabancı

09:40 ebru altin 1 Comments

Albert Camus denilince edebiyat alanında ilk akla gelen eserlerden bir tanesi elbette ki 1942 yılında yayınlanan Yabancı'dır. Yabancı da ayrıksı bir bireyin toplumdaki yargılanışı ve bu yargılanma sonunda da kendisini sorgulayış anlatılır.

Aslında romanın ana temasında hayata, eylemlere, duygulara, çevreye, beklentilere ve insanın kendisine yabancılaşması ele alınır. Romanın ana karakteri olan Mersault ise gözlemciliğinin yanı sıra kimi zaman umursamaz kimi zaman kabullenmiş, hayatta derinlik aramayan, ayrıksı ve kendini dış hayattan soyutlamış bir karakterdir. Kendisinden uzaklaşmış bir bireyken, ölüme yaklaştıkça kendine karşı farkındalığı da artmıştır.

Romanın başında malum ana karakter Mersault'un annesinin vefat ettiğini görürüz. Mersault annesinin cenazesine gitmiş olmasına rağmen geri döndüğünde ise hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmiştir. Hatta kendisine sevgili dahi bulmuştur. Günler, haftalar geçer ve Mersault, komşusu ve sevgilisiyle birlikte sahile giderken, komşusu Raymond'un belalılarıyla karşılaşır. Sahilde oluşan bu gerginlik sonucunda ise Mersault istemeden de olsa belalılardan birini öldürür. İşlediği bu cinayet sonrasında ise mahkemeye çıkar ve böylece iç hesaplaşmaları da başlamış olur.

Yabancı'nın girişinde kahramanına annesinin ölüm haberi verildiğinde, onun hissettiği sıkıntı, Kafka'nın Değişim'inde Bay Samsa'nın böcek olduğunda hissettiği sıkıntı ile bir nevi eş değerdir. Çünkü her iki karakter de patronlarının keyfinin kaçacağı düşüncesiyle tedirgin olmuştur.

Felsefik bir görüşün bu denli başarılı bir şekilde bir kitabın içerisinde kendisine yer bulması gerçekten de kolay rastlanacak türde bir şey değildir. Zira üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen yazarın en çok satılan kitaplarından biri olan bu kitabı düşündükçe aklıma Camus'un söylediği şu sözler geliyor.

"Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir."

İşte bazı eserler vardır ki, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen daha bir anlamlı, daha bir güzel ve sevilesi olurlar. Aynı Yabancı ile kocaman bir dev olan Albert Camus gibi...

1 yorum :

O Muhteşem Hayatınız...

10:16 ebru altin 0 Comments

Malum son zamanlarda hayatımda bir sürü değişiklikler yaptım. Önce işimi değiştirdim, ardından da yaşadığım şehri. Durum böyle olunca, o an'a kadar ki yaşam tarzımın bir parçası olan kitaplarla da bağım otomatikman yarıya inmiş oldu. Yarıya inmiş olmasının nedeni kitaplardan vazgeçmiş olmam değildi elbette. Kaldı ki ailemin bana kazandırdığı en önemli şeylerden biri olan okuma alışkanlığından öyle bir kalem de vazgeçmem düşünülemez bile. Olay tamamen adaptasyon sürecini atlatmamla alakalıydı, hepsi bu kadar. Adaptasyon sürecini atlatıp atlatamadığım, yaşadığım şehri benimseyip benimsemediğim her ne kadar tartışılsa da, sabırla beklediğim o mucizeyi tekrardan yakaladım. Ve eski okuma hızıma bir kez daha kavuştum.

Kaldı ki bu 10 günlük dilim içerisinde sizce kaç tane kitap bitirmişimdir?

1...
2...
3...
4...
5...!

Evet, evet yanlış duymadınız. Tüm yoğunluğuma rağmen bu 10 günlük dilim içerisinde tam tamına 5 tane kitabı deyim yerindeyse, neredeyse yalayıp yuttum. Okumadım, adeta yaşadım. Her bir hikaye de kendimden bir şeyler buldum. Roman karakterinin peşine takıldım ve beni de gittiği yere götürmesine izin verdim. Sonuç; tarifi olmayan kocaman bir mutluluk şeklinde bana geri döndü. O da ayrı mesele :) Şimdilerde bütün iş sırasıyla okuduğum kitaplara blogum da yer vererek, sizlerle paylaşmaya kaldı.

Buraya kadar iyi güzel, hoş! Peki bundan sonrasında paylaşımımıza Oya Baydar'ın kaleme almış olduğu "O Muhteşem Hayatınız" ile devam etmeye ne dersiniz? Evet mi? Öyleyse kelimelerimin peşine takılıp okumaya devam edin.

Yazar, "O Muhteşem Hayatınız" isimli romanında büyük bir opera sanatçısı Diva, ona hayran bir Toplayıcı ve Diva'nın kızı Arya üzerinden toplumsal hafızamızı ele alırken, arka planda da Dersim'de yaşananları hatırlatıyor!

Romanın en önemli kişisi, uluslararası çapta ün kazanmış, yabancı sahnelerde, ünlü operalarda başrol oynamış bir opera sanatçısı, bir primadonna'dır. Bir gün elinde, fotoğrafları olduğunu söyleyen bir koleksiyoncu arar. Adamın bu resimler için hiçbir para talebinin olmadığını söyleyişi ise diva'nın konuyla ilgilenmesine neden olur.

Primadonna'nın sesinin de aynı zamanda hayranı olan koleksiyoncu, fotoğrafları göstermek için onu koleksiyonlarının bulunduğu yazlık eve götürür. Konuşmaları ise Toplayıcı'nın Diva'nın yaşamını dikkatle izlediğini yansıtır. Bazı günlerde fotoğrafları gösterirken yaptığı açıklamalar da olur. "İtalyan Dışişleri Bakanı'nın önünüzde eğilip, elinizi öptüğü fotoğraf: La Scala'daki göz kamaştırıcı La Triviata başarısının ardından değil mi? Peki ya İngiltere Kraliçesi'ne ne demeli? İngiltere Kraliçesi'ne takdim edilirken kraliçeyi gölgede bırakan fotoğrafınız; limuzinden inerken şoförlerinizin tuttuğu şemsiyelerin altında, uzun eteklerinizle bir siyah kuğu gibi süzülmeniz..."

Gerçekten de muhteşem bir hayat, üstelik rakipsiz bir ses...

Ve romandaki her bir karakter adeta günümüze ulaşmayı başaran birer sembol niteliğinde!

Bana göre romanda Toplayıcı resmi tarihi simgelerken; Diva Türkiye'yi, kızı Arya ise günümüz Türk insanını simgeliyor.

Gayet dozunda ve doyurucu nitelikte olan bu roman için yazarın çok iyi araştırma yaptığı da açık bir şekilde ortada.

Primadonna ve o muhteşem hayatı...

Gerçekten de söylenildiği gibi muhteşem bir hayat mı acaba?

Yoksa sürprizlerle dolu bir ilişkiler yumağı mı?

Sonucu öğrenebilmek için Oya Baydar'ın ustaca kurguladığı bu muhteşem kitabı mutlaka alıp, okuyun derim, benden söylemesi...



0 yorum :