"Kiralık Canavar" arıyorum

22:03 ebru altin 0 Comments

Rico ve Oskar serisinin ödüllü yazarı Andreas Steinhöfel, sevginin karşı konulmaz gücü üzerine kaleme aldığı olağanüstü kitabıyla edebiyatseverlerin zihninde bir kez daha derin bir iz bırakacağa benziyor.

Büyüdüğünde ünlü bir opera sanatçısı olmayı hayal eden Gianna'nın hayatta iki büyük tutkusu vardır: Avazı çıktığınca arya söylemek ve doyasıya korku filmi seyretmek.

Sesi zarar görmesin diye yaz - kış boynuna taktığı kırmızı atkısıyla dikkatleri üzerine çeken Gianna'nın duyulmasından en çok korktuğu sırrı ise annesinden ve babasından gizli gizli gece yarısı evden kaçarak ay ışığı altında şarkı söylemesidir.

Operaya ve korku filmlerine doyamayan küçük divamız için hayat, evden kaçış maceralarıyla çok daha eğlencelidir. Tabii yine bu gecelerden birinde korkunç bir canavarla karşılaşmasını saymazsak eğer!

Bu canavar tıpkı çok severek izlediği korku filmlerindeki gibi simsiyah, kırmızı parlayan iri gözlere sahip ve kocamandır. Üstüne üstlük Gianna'nın en büyük korkusunun ne olduğunu bilmekte ve onu bununla tehdit etmektedir. Acaba canavar bu gerçeği kimden ve nasıl öğrenmiştir?

Etrafına saçtığı dehşete rağmen cesur dostumuzu bir türlü etkisi altına almayı başaramayan canavar, göründüğünden çok daha ürkünç olabilmek için bir şeyler yapmalıdır. Oysa Gianna kalbi taş tutan bu canavarın yüreğini ısıtacak yolun nereden geçtiğini çok iyi bilir.

Steinhöfel, kalbi taşlaşmaya yüz tutanlara ithaf ettiği Kiralık Canavar isimli kitabında, sevginin gücüne inanmanın korkulara boyun eğmekten çok daha anlamlı olduğunu savunarak, ebeveyn - çocuk ilişkileri üzerine sorgulamalarla dolu düşünsel bir yolculuğa davet ediyor.


0 yorum :

Sizin Hiç Maviniz Var mı?

21:37 ebru altin 1 Comments

Size sonu mutlu olan, filmlerdeki mucizelerin yaşandığı bir hikaye anlatmak isterdim. Daha çok umut vermek... Şükredeceğim ne kadar çok şey olsa da bu aslında karanlık bir hikaye.

Yine de her gecenin bir güneşi vardır değil mi? Kim bilir, belki genim güneşim de bu kitap olur.

Bu kitabı en çok kadınlar okusun istiyorum.

Bir zamanlar benim yaşadığıma benzer deneyimler yaşamaya başlayan kadınlar, anneler... Henüz yolun başında olanlar... Dağhan doğduğunda keşke bir rehberim olsaydı diye çok düşünmüştüm. Birileri bana yaşama ihtimalim olanları anlatsaydı, belki düşüşlerim, kendimi dövmelerim daha az olurdu. Ama mutlaka olurdu. Annelik, hele de özel bir çocuğunuz varsa deneyimleri paylaşarak görece kolaylaşan bir olgu. Umarım bu kitabı okuyan kadınlar kendilerini daha az döverler.

Bu kitabı en çok erkekler okusun istiyorum.

Kadınları anne olduktan sonra anlamakta güçlük çeken, onlardan uzaklaşan, doğan bebekle beraber onları yalnızlığa iten erkekler...

Bu kitabı en çok önyargıları olanlar okusun istiyorum.

Her yaşananın altında bir bit yeniği arayan, "vah vah" ile başlayıp "ama" diye devam edenler...

Bu kitabı hayatta kötü şeylerin hep kendilerinin başına geldiğini düşünenler okusun istiyorum.

Bu kitabı şükretmeyi gerçekten bilmeyen, en ufak sorunları kocaman yapan, sahip oldukları mucizelerin farkına varamayan anneler okusun istiyorum.

Bu kitabı özel bir çocuğa sahip, düşen, savaşan, gizli gizli ağlayan, ölmeyi, hatta birlikte yok olmayı düşünen, yorgun, bıkkın, en ufak bir şeyde yüzünde güller açan ama gözlerinde hep yüzün olan anneler okusun istiyorum. Yalnız değilsin güzel kadın.

Evet, bu karanlık bir hikaye.

Bu karanlık Dağhan değil. Dağhan bu hikayenin en aydınlık, en masum yüzü. Onu çoğu zaman anlayamayan, anlayamadığı için mutlu edemediğini düşünen ve suçu olan, cevap veremeyecek bir meleğe atan, onunla ayakta duran bir kadının karanlık hikayesi. Olan yanlışlar karşısında cezayı hep kendisine kesen, döven, kanatlarını kanatmaktan çekinmeyen bir kadının hikayesi.

Hep minik umut parçalarına tutunan, bazen yaşadığı hayattan nefret eden, çoğu zaman da şükreden bir kadının hikayesi.

İçindeki yalnızlıktan bir türlü kurtulamamış bir kadının hikayesi...

Her gecenin bir güneşi vardır değil mi? Kim bilir, belki benim güneşim de bu kitap olur.

Buna inanarak yazdım ben...

Şimdiye kadar yaşadıklarım sanki bu kitabı yazmak içinmiş.

Bitince öleceğim.

Çünkü yeniden doğmaya ihtiyacım var.

Yaşadıklarım belki değişmeyecek, belki her gün daha da zorlaşacak. Ama her şeyi elimden, gönlümden geldiğince açıklıkla anlatacağım. Çünkü bu hayatta yalnız olmadığımı biliyorum. Söz uçar, yazı kalır. İnsanlar ölür, izleri kalır. Ben sözümü, izimi bu dünyaya kazımak için yazdım. Belki bir gün Dağhan da okur diye...

***

Öncelikle yukarıda okumuş olduğunuz satırların hemen hepsi, Özge Uzun'un "Sizin Hiç Maviniz Var mı?" isimli kitabına ait. Başarılı sunucunun hazırlamış olduğu kitap; oğlu Dağhan'ın ve mücadeleci bir annenin hafızalardan silinmeyen gerçek hikayesini gözler önüne seriyor.

Senin gibi, benim gibi kısaca herkes gibi hayallerine tutunan, hayallerini gerçekleştirmek için çabalayan bir kadın Özge Uzun.

Bu kitap, gözün gördüğü, yüreğin duyduğu, dilin söyleyemedikleriyle yazılmış çıplak bir kitap; mış gibi yapmayan, figüransız ve çırılçıplak. Bir kadının kendi kalbiyle olan konuşmalarıyla derin, sahici ama en çok da samimi. Biraz kulak kabartırsanız sesini bile duyabilirsiniz.

Bir çift mavi göz, bir çift beyaz kanar, pembe hayaller ve her şeye rağmen umut...


1 yorum :

Herşey hayal etmekle başlar...

19:53 ebru altin 9 Comments

Mutluyum mutlusun mutlu...
Peki neden bu kadar mutlusun diye soranlara ise cevabım bakınız aşağıda yer alıyor :)

Bim Bam Bom!
Çatlasın düşmanlar!
Benim de artık bir kitabım var...
İşte bundan dolayı çok ama çok mutluyum.

Uzun zamandır hayal ettiğim masal kitabımı nihayet hazırlayıp, okurlarla buluşma aşamasına getirebildim. Hem de İngilizce olarak! Aslına bakarsanız bu proje 1,5 senedir üzerinde cebelleştiğim birşeydi.

Masal karakterlerim, kurgum, illüstrasyonlarım derken her bir detayı titizlikle düşünmüş sonrasında da bütün aşamaları tamamladıktan sonra postaneden kendime taahhütlü posta ile projemi gönderivermiştim. Bu arada taahhütlü postayla gönderdim çünkü onca sayfanın noterden teker teker onaylatılması tahmin edersiniz ki oldukça külfetli olurdu benim için.

Eh bende de o kadar para verecek göz olmadığına göre senaristlerin ağırlıklı olarak yaptıkları bu sistemi uygulayıverdim. Eve gelen zarfı da sonrasında bir köşeye koyup, unuttum.

Unuttum dememe de bakmayın aslında. Unuttuğum falan yok ama adresinize gönderdiğiniz dosyanın olabilecek sıkıntılara karşı kesinlikle açılmamış olması gerekmekte. Durum böyle olunca unutmayıp unutmuş gibi bir hale bürünmek durumunda kalıyorsunuz. Sonrası tahmin edeceğiniz gibi çocuk kitapları çıkartan bir sürü yayınevinin kapısını çalmak şeklinde gelişti.

Birkaç tanesi kafadan reddetti, bir tanesi benzer nitelikte bir kitabı yeni bastıklarını söyledi. Oysa ki masal kitaplarının konusu farklı farklı da olsa üç aşağı beş yukarı birbirine benzer niteliklerde olur. Başka bir yayınevi programlarının yoğun olduğunu, 2 senelik periyotta kabul edersem basabileceklerini söyledi.

Bu şekilde devam eden süreç tam tamına 6 ayıma mal oldu. Artık ümitsizliğe kapılıp vazgeçmeye hazırlanıyordum ki gazetede gördüğüm bir röportaj bende şimşeklerin çakmasına sebep oldu.
Günümüzde imkanlar artık o kadar fazla ki sırf kitabı bastırıp, ISBN alabilmek için yayınevlerinin peşinde koşmama hiç ama hiç gerek yok deyip, internet üzerinden yapılabilecek şeyleri araştırmaya başladım.

Konuyla ilgili belli başlı birkaç tane yabancı kaynak olmasına rağmen benim tercihim bir Amazon kuruluşu olan createspace'den yana oldu diyebilirim.

Öncelikle sitenin kullanımı oldukça kolay. Biraz İngilizce bilginiz varsa rahatlıkla size yaptığı yönlendirmelerle işleminizi halledebiliyorsunuz. Kitabınızın boyutlarından tutun da, kapağınız mat mı yoksa parlak kartona basılması gerektiğine kadar her türlü bilgi size sorularak aşama aşama yapılıyor. Daha doğrusu siz yapıyorsunuz.

Arzu ederseniz belirli bir ücret karşılığında profesyonel destekte alabilirsiniz. Ben zaten işim gereği bu konulara hakim olduğum için ekstradan bir profesyonel destek almadım. Ancak itiraf etmem gerekirse eğer bu kadar profesyonel bir iş çıkartacaklarını ne yalan söyleyeyim tahmin dahi etmiyordum. Ta ki gönderdiğim dosyada yer alan imajlardan 2 tanesinin çözünürlüğünün düşük olduğunu belirten düzeltme işaretlerini görene kadar.

Bütün işlemleri tamamladıktan sonra bütün iş createspace yöneticilerinin içeriğinizi ve kitabınızın baskıya hazır hale gelip gelmedikleri belirlemesine kalıyor. Bunun için takribi 2 gün gibi bir süre bekliyorsunuz. Eğer sıkıntı yoksa ve kitabınız baskıya hazırsa konuyla ilgili size bir mail gönderiyorlar. Sonrası ise malum. Bütün işlemleri kabul ettiğinize dair bir onay teyidinin ardından kitabınız sizin belirlediğiniz fiyat üzerinden alıcı bulmaya başlıyor. Gerek Createspace gerekse de Amazon üzerinden satışa sunulduğunu söylememe gerek yoktur sanırım.

İsterseniz bastırın, isterseniz de dijital formatta satın alın. Karar size kalmış.
Eğer aklınızda böyle bir düşünce varsa değerlendirin derim.










9 yorum :

Ben Malala

14:39 ebru altin 0 Comments

Cehaleti yenip, çağdaş medeniyet seviyesine erişme noktasında eğitimin ve okumanın önemi hepimizin bildiği üzere kesinlikle yadsınamaz bir gerçek.
Ancak bu gerçeğin bilinmiş olmasına rağmen eğitime verdiğimiz değer ne boyutta diye sorarsanız işte orası tartışılacak kadar ciddi boyutlarda diye düşünmekteyim.

Birazdan bahsedeceğim kız, daha 12 - 13 yaşlarında var ya da yok!
Pakistanlı!
Düzene karşı gelip, eğitim hakkını savunduğu için Taliban örgütü tarafından başından vurulan bir kız çocuğu o!
Oysa daha küçücük...
Masum, savunmasız ve tek yaptığı şey inancı uğruna kendisi gibi hemcinslerinin hakkını savunmak!
Hepsi bu kadar...
Sonuç ise malum!

Ben Malala ismini yanılmıyorsam ilk Vatan Kitap'ta görmüş, sonrasında da "mutlaka okumalısın" sözleri eşliğinde birkaç arkadaşımdan daha duymaya devam etmiştim.

Ben Malala, Pakistan'da Taliban örgütü tarafından başından vurulduktan sonra sağlığına kavuşan Malala Yusufzai'nin otobiyograsi niteliğinde bir kitap. Nitekim Malala aynı zamanda saldırının ardından kız çocuklarının eğitimi için mücadelede simge haline gelen isimlerden biri.

Kitabı elime aldığımda beni can evimden vuran cümlelerden bir tanesi açıkçası şu satırlar olmuştu.
"Ben, Malala!
Haksızlığa maruz kalan ve sonra da susturulan bütün kızlar!
Sesimizi birlikte duyuracağız!"

Malala, henüz 12 yaşındayken yaşadığı Swat Vadisi'nde Taliban'ın okulları kapatıp, kız çocukların
okula gitmesini yasaklaması üzerine blog tutmaya başlayıp, başından geçenleri takma bir isimle BBC'de yazmaya başlıyor.

Peki nedir Malala'ya başından geçenleri yazdıran şey?
Ya Fazlullah adında ortaya çıkan mollanın yaptığı ateşli konuşmaların bir anda bölge halkı tarafından kabul görmesine ne demeli?

Şaşırtıcı ama bir o kadar da gerçekliği olan şeyler bunlar sonuçta!
Peki Fazlullah neler yapıyor, gelin birlikte göz atalım!
Önce ateşli konuşmalarının sonrasında taraftar topluyor.
Sonrasında da insanların para yardımıyla büyüyüp, güçleniyor.
Ardından ise yasaklarda birer ikişer gelmeye başlıyor.
Önce CD ve DVD'ler günah kategorisine sokulup yakılıyor.
Ardındansa sıra televizyonlara geliyor.
Ya devriye gezen ahlak polislerine ne demeli?
Burka zorunluluğu, 15 yaşını geçen kadının sokağa yalnız çıkamaması, kız çocuklarının eğitim hakkının ellerinden alınması derken hayat SWAT bölgesinde yaşanmaz hale geliyor.

Sesimizin değerini ancak susturulduğumuzda anlarız diyen Malala ise korkmadan mücadele ediyor.
Belki verdiği o mücadele ölümün kıyısından dönmesine mal oluyor ama birçok kadının sesi olmayı da başarıyor.

Uluslararası Çocuklar Barış Ödülü'ne layık görülen Malala, Birleşmiş Milletler'de yaptığı konuşmasında da ifade ettiği gibi "Bir çocuk, bir öğretmen, bir kitap ve bir kalem dünyayı değiştirebilir" diyor.

Ne dersiniz sizce de haklı değil mi?

0 yorum :

Blue Jasmine: Sahip olduğun hiçbir şeye güvenme

18:19 ebru altin 0 Comments

Dünya sinemasının en üretken yönetmenlerinden biri kabul edilen Woody Allen'a olan hayranlığım su götürmez bir gerçek. Kimine göre oldukça karışık ve sıkıcı, kimine göre de "sanat, sanat içindir" kavramını en iyi oturtan senarist ve yönetmenlerinden biridir Allen.

Amerika sınırları içinde kalıp San Francisco'yu selamladığı son filmi Blue Jasmine ise uzun zamandır aklımda yer etse de açıkçası bir türlü izleme fırsatı bulamadığım filmlerden biriydi.
Baş ağrıları, kendi kendine konuşmalar ve sinir krizleri arasında gerçeklerin ortasına düşen Jasmine'e, gün geçtikçe törpülenen ve çıkışsızlığa doğru sürüklenen insanlığımızın kırılganlığına dair bir nevi ayna tuttuğu bu filmiyle Allen, aslında sizi iç dünyanızda da ister istemez küçük bir yolculuğa çıkarıyor. Farkında olmadan çıktığınız o yolculukta bir de bakıyorsunuz ki birşeyleri sorgulamaya çoktan başlamışsınız.

Ben kimim?
Burada ne işim var?
Nasıl bir hayat, nasıl bir eş istiyorum?
Sahip olduklarım, olmasını istediklerimle ne kadar örtüşüyor?
veya çok sorgulamak mıdır hayatı bu denli zorlaştıran gibi...
Bu ve bunun gibi soruların doğru cevabını bulacağınız yer ise malum!
Öyle çok uzaklarda aramaya da gerek yok!
İç dünyanıza doğru uzunca bir yolculuğa çıkıp, kalbinizin sesine kulak vermek doğru cevabı bulmak için en doğru yer, hepsi bu kadar!

Cate Blanchett'in canlandırdığı Jasmine karakteri, kendi ayakları üzerinde duramayan, mağrur Jasmine'in o umutsuz mücadelesini ve derinleşen nevrozunu ustalıkla seyirciye aktarmayı başarıyor. Bize düşen ise filmin o tanıdık gelen hikaye örgüsünün içerisinde yer bulmak oluyor.
New York'lu çekici ve göz alıcı bir ev kadını olan Jasmine, milyarder kocası Hal ile birlikte son derece gösterişli bir yaşam sürmektedir. Yatırımcı olarak çalışan kocası Hal, son işlerinden birinde battığında, parasını cömertçe harcaması nedeniyle büyük bir mali krizin içine sürüklenir ve iflas etmenin eşiğine gelir. Gerek kocasının çevresindeki kadınlarla sürekli kendisini aldatması gerekse de yaşadığı o gösterişli hayatın bir an da yerle bir olmasıyla Jasmine iyice nevrotik bir hale bürünür.

Bu nedenle de San Francisco'nun taşrasında yaşayan üvey kız kardeşinin yanına gitmekte çareyi bulur. Tek çıkış yolu burada hayatını tekrar düzene sokup, zenginlik ve lüks içerisinde yaşamaktır. Bu süreçte modacı olarak kısa yoldan zengin olmayı yada varlıklı birileriyle tanışmayı dener ancak içerisinde bulunduğu depresyona alkol ve bol miktarda kullandığı antidepresan ilaçları da eklenince kendisini büyük bir karmaşanın tam ortasında bulur.

Peki o kaostan kurtulmanın bir çıkış yolu var mıdır?
Eh orası da ben de saklı kalsın...

0 yorum :

Ayin: Cennet'in Arka Bahçesinde Neler Oluyor?

16:50 ebru altin 0 Comments

Not: Okuyacağınız yazı bol miktarda spoiler içermektedir.
Türü ne olursa olsun izlediğiniz bir filmde sizi en çok çeken yönler genellikle ne olur?
Okuduğunuz bir kitabın uyarlaması mı yoksa gerçek bir hikayeden yola çıkılarak ele alınmış bir film olması mı? Ne yalan söyleyeyim ben ilk seçeneği direkt olarak elemekten yanayım. Çünkü daha önce okuduğum bir filmin bende bıraktığı o tadı, doğrusunu söylemek gerekirse eğer şu ana kadar hiçbir filmin doldurduğunu görmedim. Bana bu satırları yazdıran şey ise geçtiğimiz günlerde izlediğim The Sacrement / Ayin isimli film oldu.
İzleyenlerin yakından bileceği üzere geçtiğimiz sene gösterime giren The Sacrament / Ayin isimli film de gerçek hikayeden uyarlanan yapımlardan birisi.
Peki neydi bu filmin ben de bıraktığı o tat?
Oldukça uzun diyalogların olmuş olmasına rağmen sıkılmadan izleyiciyi ekrana kilitlemesi mi yoksa kafaları kemiren acaba şimdi n'olacak sorusu mu?
Aslında cevap hem her ikisi, hem de değil...
Tanımlayamadığım ama tuhaf bir şekilde kendimi de filmden alamadığım bir tablo vardı çünkü ortada. Belgesel tadındaki filmin yönetmenlik koltuğuna oturan Ti West, People's Temple'den esinlenerek ele aldığı bu film de, seyircinin merak düzeyini her daim yüksekte tutmayı rahatlıkla başarıyor, diyebilirim.
Peki bu filmde neler yok ki...
Gerilim, kan, korku, ne ararsanız mevcut!

Tüm bunların yanı sıra popüler kültürün her alanına yansıyan ancak kendisini ağırlıklı olarak 80'lerde gösteren tarikat korkusunun etrafa serpiştirilişi de cabası...

İki araştırmacı muhabir, kayıp bir kız için çok az kişi tarafından bilinen bir yere yolculuk yaparlar. Süreci de belgesel haline getirme niyetinde olan  bu ikili, gittikleri yerde ilginç bir toplulukla karşılaşır. Kırsal kesimde modern şartlardan kopuk yaşan yaklaşık 200 kişilik bu topluluk kendine "Cennet Tarikatı" adını vermiştir. Tarikatın lideri ise Peder dedikleri bir adamdır. Bu ikili, grup tarafından gayet olumlu karşılanırlar ve belgesel çekimlerine böylece bu tarikat da dahil olmuş olur. Fakat birlikte zaman geçirdikçe, tarikatın karanlık yüzünü de keşfetmeye başlarlar. Öyle ki artık yaşadıkları, arkadaşlarının kayıp kız kardeşini bulmanın ötesinde, dehşet verici bir ölüm kalım savaşına dönüşmüştür.

Aynı 1970'li yılların sonunda Guyana'da bir komün inşa ederek bir sürü insanla pollyannacılık oynayıp, etrafa toz pembe tablo çizen Jim Jones müritlerinin, komünden ayrılmak istedikleri sırada yaşanan olaylar silsilesi gibi!

Aradaki tek fark bu filmde hayatını kaybeden kişi sayısı 167 iken, bu sayının gerçek yaşamda ise tam tamına 5 katı fazla oluşu olsa gerek. Durumun ciddiyetini artık varın siz düşünün.


0 yorum :

Agatha Christie sevenlere müjde!

22:40 ebru altin 0 Comments


Dedektif Hercule Poirot karakterinin yaratıcısı olmasının dışında polisiye edebiyatının da en önemli isimlerinden biri olan Agatha Christie, ölümünün 39. yılında Pera Palas'ta anılıyor.

Son yıllarda otellerin yoğun ilgi göstermeye başladığı edebiyat günleri ne mutlu ki artık çığ gibi büyüyor. Önce Raffles İstanbul, ardından ise Pera Palas'ta başlayan edebiyat günleri okurlarla etkileşime geçmek içinde oldukça birebir. 

Fırsatınız varsa ve bu tip etkinlikler ilginizi çekiyorsa eğer aklınızda bulunsun Pera Palas'ın Mayıs ayı konusu "Agatha Christie Edebiyatı" olacak.

Altın Kitaplar işbirliğiyle Pera Palace Hotel'de gerçekleştirilecek "Perşembe Buluşmalarında" polisiye edebiyatının kraliçesi Agatha Christie'nin polisiye edebiyatına katkısının ve türün günümüzdeki yeri tartışılacak. Düzenlenecek etkinlikte yazar Celil Oker, eleştirmen ve çevirmen Sevin Okyay ve gazeteci Gülenay Börekçi de konuşmacı olarak yer alacak.

14 Mayıs Perşembe günü saat 15.00'te gerçekleşecek etkinliğe katılım ise ücretsiz olacak. Fırsatınız olursa bir uğrayın derim. 


0 yorum :

Birdman: Gerçek her zaman ilgi çekicidir

22:02 ebru altin 0 Comments

Oscar ödüllerinin dağıtıldığı gece de arz-ı endam eden ünlülerin aylar öncesinden başlayan hazırlıklarını malum artık bilmeyenimiz yok.
Ama o gecede boy gösteren öyle bir isim vardı ki, ne yalan söyleyeyim diğerlerine hiç benzemiyordu!
Sanki onlardan birisi değilmiş gibi...
Sıradan, basit bir kostüm vardı üzerinde!
Daha doğrusu yoktu...
Ama önemli olan kostümü müydü?
Elbette hayır!
Ünlü yıldızda bunu söylüyordu ya zaten!
"Üzerimize giydiğimiz kıyafet değildir bizi biz yapan, bizi bir yerlere taşıyan tek bir şey vardır. O da yaptığımız sanatımızdır" edasıyla şahane bir PR çalışmasıyla hafızalarımıza yer etmiş bir isimdir kendisi aslında.

Hayranlıkla izlediğimiz Birdman isimli filmde olduğu gibi beyaz slip iç çamaşırıyla çıkıp, babalar gibi "En İyi Film" ödülünü almış bir isimdir Michael Keaton.
Seyredenlerin yakından bileceği üzere Keaton ile karşılaşmamız uzun bir aradan sonra Birdman filmiyle birlikte oldu. Paramparça Aşklar Köpekler, 21 Gram ve Babil gibi farklı yapımlarla karşımıza çıkan Meksikalı sinemacı Alejandro G. Inarritu'nun imzasını taşıyan kara komedi türündeki film, bir süper kahramanı canlandıran ünlü aktör Michael Keaton'ın, Brodway oyunlarına tırmanma mücadelesini gözler önüne seriyor.
Bir dönemin Birdman adlı süper kahraman filmleri serisiyle ünlenen oyuncusu Riggan, Broadway'de kendi yönettiği ve başrolünde yer aldığı bir oyunun son hazırlıklarını yapmaktadır. Ancak provalar esnasında oyunculardan biri beklenmedik bir biçimde yaralanır ve yerinin acil olarak doldurulması gerekir. Lesley ve onun en yakın arkadaşı olan Jake'in önerisiyle bir zamanların gözde yıldızı olan Mike Shiner ile anlaşılır. Riggan sahneye çıkma hazırlıkları yaparken en başta Mike Shiner, ardından ise oyuncu olan sevgilisi Laura, kişisel asistanlığını yapan kızı Sam ve mükemmelliyetçi eski karısı Sylvia ile de baş etmek durumunda kalır.

Peki bu zorlu mücadeleden başarılı bir şekilde çıkar mı?
Orası bilinmez işte!
Daha doğrusu bilinir de ben buradan söylemeyeyim isterseniz.

İnsanların gerçek ve illüzyon karakterler arasındaki o gergin ve komik yolu yürüyüşünü adeta Don Kişot kimliğine bürünen Riggan vasıtasıyla bizlere aktaran Inarritu'ya ne kadar teşekkür etsek azdır doğrusu.

Birdman Replik: "Gerçek, her zaman ilgi çekicidir"

0 yorum :

Raffles İstanbul'da Edebiyat Dolu Günler Başlıyor

22:47 ebru altin 2 Comments

Yenilikçi misafir deneyimi ve memnuniyete dayalı eşsiz bir hizmet anlayışıyla geçtiğimiz Eylül ayında kapılarını açan Raffles İstanbul Zorlu Center kültür sanat alanındaki çalışmalarıyla adından bahsettirmeye devam ediyor.

Nisan ayından itibaren Writers Bar'da sevilen Türk yazarlarını okurlarıyla bir araya getirecek olan Raffles İstanbul Zorlu Center, ilk kitap söyleşisini ise 11 Nisan Cumartesi günü gerçekleştirecek.

Tüm edebiyatseverlere açık ve ücretsiz olacak olan bu etkinlikte kitapseverler hem sevdikleri yazarlarla bir araya gelecek, hem de hayranı oldukları yazarları daha yakından tanıma fırsatına sahip olacaklar. Writers Bar'ın huzurlu atmosferinde yazarlar ile eserleri hakkında sohbet etme imkanı bulacak olmaları da cabası...

Doğan Kitap işbirliği ile gerçekleşecek olan kitap söyleşilerinin ilk konuk yazarı ise Gül İrepoğlu olacak.

11 Nisan 2015 Cumartesi günü, 14.00 - 16.00 saatleri arasında gerçekleşecek olan söyleşi de İrepoğlu, okurları ile buluşarak, son kitabı "İstanbul Yıldızı"ndan bölümler okuyacak.

Kalem Agency, benzer etkinliği birkaç sene önce Çırağan Sarayı'nda her ayın 15'inde gerçekleştiriyordu. Açıkçası oldukça da keyifli geçen bir etkinlik oluyordu. Yeni insanlarla tanışıp, sevdikleri yazarlarla birlikte keyifli birkaç saat geçirecek olmakta cabası. Çırağan'da gerçekleşen bu etkinliği elimden geldiğince takip etmeye özen gösterirdim.

Raffles İstanbul Zorlu Center'ın bayrağı devraldığı bu etkinlik de eminim diğerleri gibi keyifli geçecektir. İşim dolayısıyla İstanbul'da bulunmamamdan dolayı her ne kadar çok istesem de ben katılamayacağım. İstanbul'da olup da zaman probleminiz yoksa eğer bu etkinliğe mutlaka ama mutlaka gidin, derim. Hem Raffles İstanbul'un tadını çıkarır, hem de edebiyat dolu keyifli bir iki saat yaşarsınız, fena mı olur?

Sınırlı sayıda katılımın gerçekleşeceği söyleşiye katılmak için 0212 924 02 20 no'lu telefondan rezervasyon yaptırmanız gerektiğini de unutmayın.




2 yorum :

Herşey çocuklar okusun diye...

17:16 ebru altin 0 Comments

Nivea sözcüğü siz de neyi çağrıştırıyor bilemiyorum ama beni tek kelimeyle çocukluğuma götürdüğü bir gerçek.
Koyu mavi büyükçe bir kutu...
ve içerisinde de mis gibi kokan bir krem vardı.
Peki nedir beni Nivea ile ilgili bu satırları yazdıran şey?
Malum takip edenlerin yakından bileceği üzere izlenimlerinderinliği tamamen kültür sanat, hobi ve gezi teması üzerine kurulu bir blog.
Bu nedenle Nivea'nın an itibariyle burada yer alması da tamamen hazırlamış olduğu masal serisiyle alakalı diyebilirim.
Yıllar boyunca o ikonik mavi kutusuyla milyonlarca insana aile, güven ve cesaret değerlerini anımsatan Nivea, bu güzel değerlerle çocukların da tanışması ve eğlenerek okuma sevgisi kazanması amacıyla özel bir masal serisine imzasını atmış.
Seride bulunan 5 farklı masal ise Nivea'nın ana değerlerinden yola çıkarak yani güven, aile ve cesaret temalarına dayanarak hazırlanmış.
Emin olun her masal, okuyucu da bir yandan merak uyandırıp eğlendirirken, diğer yandan da yaşama dair pozitif mesajlar vermeden edemiyor. Masallar, Naz ve Efe adında iki kardeşin, bir tavşan ve bir peri kızıyla yaşadığı; uçmak, yüzmek, tırmanmak ya da farklı hayvanlarla tanışmak gibi heyecan dolu maceralarını konu alıyor. Özenle tasarlanan her karakter, yaşadığı maceralar sırasında, sevgi, koruma ve önemsemenin değerini de miniklere göstererek, öğretiyor.
Peki serinin içerisinde yer alan masallar neler, gelin birlikte bakalım...
Efe'nin Yastık Dağlarındaki Serüveni
Naz ve Peri Kızı Seyahate Çıkıyor
Naz ve Kayıp Sihirli Değnek
Efe Havuza Atlamaya Gidiyor
ve Naz, Efe ve Tavşan...
Seri de yer alan bu 5 masalı bu aydan itibaren tales.nivea.com sitesinden bilgisayarınıza yükleyebilirsiniz. Gelişmiş Animasyon teknikleriyle masal okumayı daha da keyifli hale getiren sitede, çocuklarla anne babaların birlikte eğlenceli zaman geçireceği, interaktif ve eğitici oyunlar da yer alıyor. Naz ve Peri Kızı Seyahate Çıkıyor masal kitapçığı, 16 - 29 Nisan tarihleri arasında Migros mağazalarında çocuklara hediye edilirken, Çocuklar Gülsün Diye Derneği, Koruncuk Vakfı ve TOÇEV'in katkılarıyla daha fazla sayıda çocuğa ulaşacak.
Birbirinden çekici 4 kapak tasarımıyla sınırlı sayıda üretilen Nivea Creme Masal Koleksiyonu, Nisan ayı boyunca, mavi kutu koleksiyonerlerini bekliyor olacak.

0 yorum :

İtinayla şifre çözülür

12:12 ebru altin 0 Comments

Not: Bu yazı bol miktarda spoiler içermektedir.
Düşündüm de tüm yaşamımız boyunca gözümüze sokulan belli başlı isimlerin dışında bilmediğimiz, kıyıda köşede kalmış ne çok isim var. Hem de her biri yapmış oldukları başarılı işlerle, hadi onu da geçtim nev-i şahsına özgü kişilikleriyle tabir-i caizse ötekileştirilen kişilikler...

Peki neden ötekileştiriliyorlar?

Cinsel kimlikleri, davranış bozuklukları veya toplumsal olaylara bakış açıları mı onları ötekileştiriyor?

Nedeni bilinmez elbette...

Veya biliniyordur da söylenemez...

Aynı İngiltere'nin en olağanüstü ve tanınmayan kahramanlarından Alan Turing'de olduğu gibi...

O bir matematikçi...

O bir kriptanalist...

O bir savaş kahramanı...

O cinsel kimliğinden dolayı İngiltere Hükümeti tarafından cezalandırılan bir dahi...

Ve huzurlarınızda Alan Turing...
Daha önce bu ismi duymuş muydunuz bilemiyorum ama geçtiğimiz günlerde izlediğim The Imitation Game: Enigma'ya kadar ne yalan söyleyeyim ben de bu isim karşısında bir haberdim diyebilirim.

8 dalda Oscar'a aday gösterilen ancak bunların yalnızca 1 tanesine (En İyi Uyarlama Senaryo) layık görülen film de; II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından görülen Enigma makinesinin şifresini açığa çıkaran ve bilgisayar biliminin kurucusu sayılan Alan Turing'in uzun zaman gizli kalmış başarısı anlatılıyor.
Tabii hemen her biyografi türünde olduğu gibi The Imitation Game: Enigma'da da benzer süreçler birbirini kovalamadan edemiyor. Ağırlıklı olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen hikaye, doğal olarak 1950'li yıllara, oradan Turing'in çocukluğuna, ardındansa Enigma kodunu kırmak için İngiliz istihbaratına katılmasına dek devam ediyor.

1952 yılının kışında İngiliz yetkililer, bir soygun ihbarını araştırmak üzere Turing'in evine girerek, ahlaksız davranışlarda bulunma suçlamasıyla böyle bir dahiyi gözaltına alırlar. Oysa ki Turing'in İkinci Dünya Savaşı'nda Almanya'nın kırılamaz tabir edilen Enigma makinesinin şifrelerini kırdığı da alenen bilinmektedir. Ancak bu gerçek bile mahkum edilmesine engel olmaz.

Gerilim türündeki filmleriyle tanınan Norveçli yönetmen Morten Tyldum'un yönetmenlik koltuğuna oturduğu filmin başrollerinde Benedict Cumberbatch ve Keira Knightley yer alıyor.

İngiliz dahi Alan Turing'in modern teknoloji üzerindeki etkisi kabul etmeliyim ki yadsınamaz boyutlarda. Bu nedenle Şubat ayında Pinema Film tarafından gösterime giren bu filmi vizyondan kalkmadıysa eğer fırsat yaratıp izleyin derim. Hele de biyografi türündeki yapımlardan hoşlanıyorsanız şimdiden değmeyin keyfinize, iyi seyirler...

0 yorum :

Interstellar (Yıldızlararası)

13:08 ebru altin 1 Comments

1900 - 1930 yılları arasında dünya algılayışımızı kökünden değiştirecek üç kuramdan en az bir tanesine gündelik hayatınızda eminim ki misafir olmuşsunuzdur. Özel görelilik, genel görelilik ve kuantum mekaniği...

Açık konuşmam gerekirse özel ve genel göreliliğe zaman zaman hala kafamın basmadığını düşünsem de iş dönüp dolaşıp kuantum mekaniğine geldiğinde işin rengi de değişmeye başlıyor. Christopher Nolan'ın yönetmenlik koltuğu Interstellar (Yıldızlararası) ile ilgili yorumlara her ne kadar öncesinde göz atmış olsam da, özellikle senaryosundaki olay örgüsüne hayran kaldığımı içtenlikle söyleyebilirim. Hatta bu içtenliğin içerisine bir tutam da kıskançlık faktörünü (zira bu tipte bir senaryoyu bu denli başarılı bir şekilde, izleyiciyi sıkmadan kaleme almak her baba yiğidin harcı değildir" serpiştirirsem tam olur.

Yaklaşık 169 dakika süren ve Nolan kardeşlerin imzasının bulunduğu Interstellar, benim için son zamanlarda neredeyse nefes dahi almadan büyük bir keyifle izlediğim yapımlardan birisi oldu diyebilirim.

2014 yılının en çok ses getiren filmlerinden biri olan Interstellar (Yıldızlararası) dünyanın ekolojik açıdan son demlerini yaşadığı bir dönemde geçiyor.
Öykünün ana karakteri olan Cooper, iki çocuk babası eski bir pilottur. Yaşıtlarına göre oldukça farklı özelliklere sahip olan kızı ile yolculuk yapan Cooper, tesadüfen bulduğu bir merkezde NASA'nın yeni bir proje peşinde olduğun farkına varır.

Prof. Brand'in öncülüğündeli bu projede uzaya gönderilen öncü birliklerin izlerinin sürülerek, yeni yerleşim yerleri hakkında somut verilere ulaşılması planlanmaktadır.
Ekipte Cooper'ın yanısıra profesörün fizikçi kızı Amelia, pilot Doyle ve alanında başka bir uzman olan Romelly de bulunmaktadır. Her biri alanında dahi olan ekip, önce uzay istasyonu Endurance'a
ardından ise Gargantua'daki kara delikten geçerek incelemelerde bulunur.

Her ne kadar birçok eleştirmen Interstellar'ın Hollywood klişelerine dayandırılan filmlerden birisi olduğu kanısında olsa da film en iyi cevabı Oscar'da aldığı ödülle vermiştir. Zira en iyi görsel efekt dalında Oscar ödülüne layık görülen film, bence birçok veriyi popüler bir sinema örneğinin katmanları arasında entegre etmesi açısından da oldukça etkileyici niteliktedir. İzleme fırsatı bulmayanlara duyurulur.

1 yorum :