Okuduk Bitti: Senden Başka Yok!

İtiraf edeyim Marian Keyes ismini Antalya'da mesken edindiğim D&R'a gidesiye kadar hiç duymamıştım. Bu nedenden ötürüdür ki Keyes için kimdir, nedir, ne üzerine yazılar yazar şeklinde peşisıra sıralanan fikirlerim yoktu.

Beyaz bir kapak üzerinde illüstrasyon bir kız ve ünlü tasarımcı Bijan'ın müşterileri için beklettiği özel tasarım sarı taksisi gibi arz-ı endam eden bir araç resmi vardı. Yanında da doğal olarak bir not yazılıydı. Senden Başka Yok!

Ne yalan söyleyeyim bu olsa olsa bana ancak evrenden bir mesajdır düşüncesiyle sayfaların arasında hızla dolaşmaya başladım. Irish Independent Marian Keyes için Maeve Binchy'nin tahtına kurulan modern bir roman kraliçesi olma yolunda gidiyor tarzında birşeyler söyleyince de waoowww dedim. Senelerin Maeve Binchy'si yine karşımda demek...

Binchy okurlarının yakından bileceği üzere hemen hemen tüm kitaplarında buram buram İrlanda konu edinir. Gitmeden bilirsiniz, köşeyi dönünce sizi hangi meyhanenin karşılayacağını... Ona göre de ya hızlanırsınız, yada yavaş adımlarla yolunuza devam edersiniz.

Keyes aslına bakarsanız bu aşamada Binchy ile zıtlıklarda taşımıyor değil hani. Karakterlerin birçoğu İrlandalı olmuş olsa da hikayenin kahramanları genellikle New York'u mesken edinenlerden oluyor. Aynı kitabın esas kızı Anna gibi...

Ölmüş bir koca, ölmüş kocanın arkasından günlerce gözyaşı döken yanlız bir kadın, ve o kadının çevresinde var olan bir sürü arkadaş topluluğu... Evet, kitap kısaca bu kadar, dağılabilirsiniz arkadaşlar demek çok isterdim ama asıl hikaye işte tamda o noktada başladığı için benden şimdilik bu kadar olsun diyorum. Merak ettiyseniz alın, okuyun... Sonrasında ben burdayım nasıl buldum, nasıl buldunuz konuşup, tartışalım...

PS: Bu arada bu kitap nedendir bilinmez bana P.S:I Love You filmini çağrıştırdı. Sizde de aynı etkiyi yarattımı merak ettim...
PS 2: Yazarın başka bir kitabını okur muyum? Hiçbir fikrim yok doğrusu...
PS 3: Can sıkıntısından kurtulup, birkaç günlüğüne bir yerlere kaçamak yapmayı düşlüyorsanız eğer bu kitap tamda şu anda aradığınız kitap olabilir. Benden söylemesi.

Almak İçin Sabırsızlandıklarım...

Tipik bir kitap kurdu olarak itiraf etmem gerekirse eğer kitap okumaya doyamıyorum. Türü, içeriği, konusu açıkçası benim için hiç farketmiyor. Etkileyici bir başlık ve beni benden alabilecek kapak tasarımı, o kitabın çantama girmesi için yeterli gerekçelerden sadece ikisi... Eh sonrası malum zaten, söylemeye gerek yok.

Tesadüf bu olsa gerek - okunacak en azından 4 kitabım olmuş olmasına rağmen - mevcut kitaplarımın arasına 2 tane daha arkadaş getirmeye hazırlanıyorum şu aralar... Bir tanesi adı ve kapak tasarımıyla ilgimi çeken "Şemsiye Akademisi", diğeri ise sevdiğim bir yazar olması bakımından Paulo Coelho'yu konu eden "Paulo Coelho Bir Savaşçının Yaşamı isimli kitap...

Öncesinde çantamın sonrasında ise kitağlığımda yerini alacak olan kitaplara gelin birlikte göz atalım...

Şemsiye Akademisi / Umbrella Academy

Herşey dünya genelinde gerçekleşen sıradışı bir olayla başlar. Daha önce hiçbir gebelik belirtisi göstermeyen kadınlar, ardı ardına 43 çocuk dünyaya getirirler. Milyoner mucit Reginald Hargreeves ise bu çocuklardan 7 tanesini evlat edinir. Keendisine bunun nedeni sorulduğunda ise sadece dünyayı kurtarmak için, der.

Hargreeves, sıradışı güçleri olan bu çocukları eğitmek için Şemsiye Akademisi'ni kurar. Bu akademi çocuklar için içlerindeki güçleri keşfetmeyi sağlayacak bir aile olacaktır fakat bu aile çok da kalıcı olmayacaktır.

Konu kısaca bu şekilde diyerek daha fazla detaya girmeyelim. Okuyalım, görelim bakalım neler olacak Şemsiye Akademisi'nde...






Paulo Coelho - Bir Savaşçının Yaşamı

Uzun ve çetrefilli araştırmaların ardından kaleme aldığı biyografilerle ünlü Fernando Morais, Paulo Coelho - Bir Savaşçının Yaşamı adını verdiği bu kitapta Coelho'nun var olma serüvenini gözler önüne seriyor.

Simyacı, Zahir, Hac gibi romanlarıyla ülkemizde de çok sevilen Paulo Coelho'nun yaşamöyküsü, tıpkı kitapları gibi bir solukta okunan sürükleyici bir serüven olacağa benziyor.

Biri Animasyon Festivali mi Dedi...

Duyduk ki yarın işiniz yokmuş ve ne yapsak diye de kara kara düşünüyormuşsunuz. Benden duymuş olmayın ama acil çözüm merkezi olarak size bulduğumuz etkinlikle gününüz siyah - beyaz görüntüden renkli ekrana geçercesine adeta renklenerek, keyifli bir güne doğru yelken açmış olacaksınız. Evet, evet ben varım diyorsanız eğer buyrun Animasyon Festivali'ne...

Bu sene yedincisi düzenlenecek İstanbul Animasyon Festivali 22 - 27 Kasım tarihleri arasında Pera Müzesinde izleyicileriyle buluşacak. Her sene olduğu gibi son iki senenin en iyi animasyon filmlerini programına dahil eden İstanbul Animasyon Festivali, aynı zamanda seyirciye animasyon dolu bir hafta yaşatacak.

Festival dahilinde gösterilecek uzun metraj filmlerin biletleri 10 TL - indirimli 5 TL, kısa metraj gösterimlerin biltleri ise 5 TL'den Pera Müzesi'nde satışa sunulacak. Atölte çalışmasına ise ücretsiz olarak katılınabilecek.

Festival kapsamında gösterilecek animasyon seçkilerinden örnekler ise şu şekilde...

Luminaris














Maska















Paths of Hate















Wings and Oars

Okuduk Bitti: Bir Gün...

Aşk… Kimine göre an içerisinde yaşanılıp, bir an da tüketilen bir sevgi yumağı, kimine göre ise içten içe yaşanan, derin bir sadakat ve bağlılıkla, doğru zamanın gelmesinin beklenildiği bir andan ibaret olan bir olgu…

Eylemin tam da kendisidir oysa ki… Acı veya tatlı… Sonuç her ne olursa olsun derinden bir bağlılıkla, derinini hissedebilmektir birlikte olduğun kişinin oysa ki…

Kimi için mutlu sondur, kimi içinse hüzünlü… Oysa ki her ayrılık yeni bir başlangıcın, her başlangıç yeni bir sürecin habercisidir… Aynı bir çırpıda okuduğum kitabın baş karakterlerinden Emma ve Dexter’ın birbirine duyduğu gizli bağlılıkta olduğu gibi…

Evet, Emma ve Dexter gibi… İki farklı karakter, iki ayrı bakış açısı ve bu şekilde devam eden 20 yıllık bir arkadaşlık (!) Bir roman kahramanından öte, bizden birisi gibi sanki…

Sıcak, yapmacıklıktan uzak, içimizden birisi… Derdimizi anlattığımız yakın bir arkadaş veya bulunduğumuz yerde kulak kabarttığımız bir olayın birinci derecede muhatabı olan kişiler gibi sanki. Malum İngiltere’nin son dönemdeki en iyi senaryo yazarlarından sayılan David Nicholls’un haftalardır birinci sırada olan kitabı “Bir Gün”, Daily Mirror’un söyleminde olduğu gibi modern klasiklere aday gösterilebilecek türde bir yapıt.

Kimdi peki bu Emma ve Dexter… Neydi birbirlerine olan bu bağlılığın adı? Arkadaşlık, dostluk veya sevgililik mi?

Emma Morley… Aşık ve aşkının farkında bir kadın.
Ya Dexter Mayhew…

Arkadaşlıkla gerçek sevgiyi hep karıştıran, hayatına birçok kadın girmiş olmasına rağmen yalnızca bir tek kadının derinini hissedebilen bir adam…

Herkesin bir Dexter’ı veya Emma’sı olmuştur yaşamında nede olsa… Aradığı anda yüreğini sıkıştıran, öptüğünde hatta sevişirken bile arkadaşı olduğunu düşündüren bir adam…

Ve yine kendi Emma’sı olmuştur o adamın… Ne zaman arasa telefonu açıp derdine ortak olan, dinleyen, sualsiz bir Emma’sı olmuştur. Canı sıkıldığında giden, dönmek istediğinde sorgusuz sualsiz içeri girebileceğini sanan, limandaki sessizce bekleyen bir gemiye bineceğini düşünen ıssız adamların Emma’sı…

Çünkü o her zaman oradadır. Bekler, kelimeleri içine akıtırken… Günün, kendisine gelmesini bekler, sessizce… Gün geçip de her çiçeğin balını topladığında, yapılacak her şeyi yapıp artık yorulduğunda bakar geçmişine adam… Onca günübirlik kadınlara… Ayıkladığında bir bir kim kalır peki ona? Tek dostu ve aslında tek aşık olduğu kadın Emma…

Oysa ki onlar hiç arkadaş olmamışlardır… Adı sadece arkadaştır. Ağza dolanan bir laf sadece… Ancak aynı zamanda anlamıyla da hiçbir zaman örtüşmeyen bir gerçeklik olgusu…

Ne Dexter ne de Emma… Yaşanılan bir günlük ilişki sonrasında gelen arkadaşlığı unutmaz oysa… Belki sıkıntılı anlarda gelirler birbirlerinin akıllarına. Belki de yalnız kalınca fark ederler birbirlerinin değerini… Ama onlar hep aşıktırlar. Arkadaş olarak değil, iki sevgili gibi… Fütursuz, derinden ve samimi…

Yanlarında her kim olursa olsun hep birbirlerinin siluetlerini görürler beraber oldukları kişilerde… Emma Dexter’ı, Dexter ise Emma’yı…

Her şeyi, her detayı sığdırırlar 20 seneye yaydıkları arkadaşlıklarına… Bir tek şey hariç! Bir tek birbirlerini deli gibi istediklerini söyleyemezler. Araya evlilikler, yeni ilişkiler girmesine rağmen doğru zamanı beklerler, birbirlerine olan itiraflarını yapabilmek için…

Her şey bitip, herkes gittiğinde anladılarsa da, koştular birbirlerinin peşinden…. Gereksiz yere gurur’un mağduru olmadılar.

Emma, Dexter’ı yermedi hiçbir zaman. Her şeyiyle, yaptığı onca şeyle kabul edebildi onu. Ne zaman gelirse gelsin, yanında olacağını biliyordu Dexter, Emma’nın…

Hissettiği hiçbir şeyi saklamadı, Emma. Kimi zaman öfkelendi, kimi zamansa keyiflendi… Ama ne olursa olsun saklamadı duygularını Dexter’dan…

Em ve Dex, aynı okulda okumuş olmalarına rağmen birbirlerinden habersiz bir şekilde mezuniyet gecelerinde tanışıp, birlikte olurlar. Tek gecelik bir ilişki diye bakarlar ilk başta olanlara… Sabah olduğunda ise ayrı hayatlara gitmeleri gerektiğini birbirlerine hatırlatırlar. Ancak sabah ayrılmak ve ayrı hayatlara gitmek o kadar da kolay olmaz.

O gece yaşadıkları şeyleri bir daha yaşamazlar belki ama birbirlerinin hayatlarından da çıkamazlar. Birbirlerinin sevgilileri ile tanışıp, onlar hakkında yorumlar yapar, aylarca uzak kalmalarına rağmen bağlarını asla kopartamazlar.

Em, her zaman Dex’e akıl verip, destek olmaya çalışır. Her şeyi paylaşırlar… Bir tek şey dışında… Paylaşmadıkları tek şey birbirlerine olan duygularıdır zira…

Bu şekilde yaşamları yıllar sürer… Kimi zaman kavga edip, bir daha görüşmeme kararı alırlar. Ama kötü giden bir şeyler olduğunda da hemen birbirlerine ulaşıp, birbirlerine destek olurlar.

Haftalar ayları, aylar ise yılları kovalar… Hayatın ciddi yüzüyle tanıştıklarında hayatlarında da birçok şey değişikliğe uğramıştır oysa… Başarısızlıklar, dibe vurmalar, yaşamlarını yeniden şekillendirmeler, yalnızlıklar… Herkes, her şey değişir… Emma ve Dexter’in aralarındaki kuvvetli bağ dışında…

Dexter, hamile kaldıktan sonra Sylvie ile evlenmek zorunda kalır ama doğru yaptığına da asla emin olamaz. Emma’da başkasıyla nişanlanır, sevgilileri olur… Evlenmiş veya nişanlanmış olsalar dahi ikisi de bir gün birlikte olacaklarını düşünerek hareket ederler. Hayat onlara çok şey yaşatır. İhanetler, yalnızlıklar, boşa geçirilmiş acı yıllar… Ancak artık geçmişe hele bir de yirmi yıl öncesine dönmek imkansızdır.

Peki ya mutluluk… Onlar sonsuza kadar mutlu oldu yada olamadı. Zor olan Emma ve Dexter olmaktı. Bir şeylerin üzerine korkusuzca gidebilmek, sıkışınca kaçıp gitmemek demekti aşk, onlar için…

Hani her mutluluğun içinde biraz hüzün vardır denir ya, işte öyle bir hikaye bu kitaptaki de… Yapmanız gereken tek şey algınızı açık tutup, hikayenin kahramanlarında kendinizden bir şeyler bulmayı başarabilmek oysa…

Nede olsa Emma ve Dexter’in resmettiği tablo, pek bir tanıdık… Kim bilir belki kendinizden belki de çevrenizdeki kişilerden bir parça yansıma vardır o resmin içinde… Siz sadece bakın… Yalansız, dolansız, en saf halinizle bakın… Gördüklerinize siz dahi inanamayacaksınız…

“Bir Gün”, Yazar: David Nicholls, Çeviren: Nalan Işık Çeper, 536 Sayfa, Pegasus Yayınları, 2011

Bir Tutam Cennet:Dile Benden Ne Dilersen

Ölüm anında olan birisine 3 dilek hakkı tanınmış olsaydı eğer tercihleri nelerden yana olurdu acaba… Kimine göre aşk, kimine göre para… Veya kim bilir sağlık, huzur diye uzayıp giderdi belki de liste… Belki de öyle hazırlıksız yakalanırdı ki, bunların hiçbirisi istenemezdi. Ölümle yaşam arasındaki ince çizgide olan birisi ölmemekten başka ne isteyebilirdi ki oysa…
Dramatik ögelerle bezeli Bir Tutam Cennet isimli film, yaşamla ölüm arasındaki o acı gerçeği işte böyle bir noktada bir anda gözler önüne seriveriyor. Mesleğinin zirvesinde olan ve kafasına pek bir şey takmayan kızımız şirinlikleriyle ve hayat dolu enerjisiyle öncelikle bize sevimlilik abidesi bir karakter olarak kendini gösteriyor. Yalnız bir yaşam, güzel bir iş, günübirlik ilişkiler ve gencim, güzelim, bekarım modunda hayat bana güzel tavırları… Çevresinde pervane olan bir sürü kankavari arkadaş topluluğu da cabası…
Ama bir gün öyle bir gerçekle karşılaşılıyor ki o an işte her şey sona eriyor. Acı gerçek şirin kızımızın yüzüne çarpıveriyor. Öleceksin! Çünkü Kolon Kanseri gerçeğiyle karşı karşıyasın. New Orleans’da bir reklam ajansında çalışan, hayata gülen gözlerle bakmayı seven, son derece eğlenceli ve güzel bir kadın olan Marley, sağlık kontrolü için doktora gittiğinde hastalığıyla yüzyüze gelir. O noktadan sonra ise bildiği ve inandığı her şeyde kırılma yaşamaya başlar. En büyük korkusu olan aşka ise bodoslamadan dalar. Hem de doktoruyla…

Zira bu noktada bir doktorun hastasıyla ilişki yaşamasının etik kurallara uyup uymadığını düşünmeye dahi hiç gerek yok. Ne de olsa kurallar her zaman olmasa da ihlal edilmek için oluşturulurlar.
Aşk ve ölüm… Film işte bu iki gerçekten yola çıkarak hayatın iki yoğun duygusuna dokunuveriyor. Çünkü Marley ölüme bulaştığı anda aşkı da buluyor.

Film, aslında hayat akıp giderken, sen o hayatın neresinde, nasıl ve ne konumda duruyorsun diye soruyor bir nevi farkında olmadan size… Hayatın yükünü yalnız taşımaktan ziyade gidin bulun birisini demeye getiriyor. Peki ya siz? Siz o hayatın neresinde duruyorsunuz?
Nicole Kassell’in yönetmenlik koltuğuna oturduğu, Kate Hudson’un ise şirin kızımız Marley’i canlandırırken girdiği o ruh hallerinin gerçekçi yansıması karşısında kendinizden geçerken, film sonunda hayatınıza bir kez daha göz atma şansı yakalayacaksınız.

Sonuç itibariyle ya hayatı ıskalamaya devam edecek, ya da sıkı sıkıya tutunacaksınız. Karar size kalmış…