Modigliani: Modigliani'yi Nasıl Bilirsiniz?

13:49 ebru altin 0 Comments

Söyle bana Pablo (Picasso) aşkı nasıl küpe dönüştürürsün? Bu soruyu Pablo’ya sorsa sorsa ancak Amedeo Modigliani sorabilirdi herhalde. Nitekim Pablo’nun böyle bir soru karşısındaki tutumuna Mick Davis’in yönetmenliğini üstlendiği Modigliani isimli filmde şahit oluyoruz.

Modigliani ismi sizde nasıl bir çağrışım yapıyor bilemiyorum ama resimle az çok ilgiliyseniz bu ressamın ismini de mutlaka bir yerlerde duymuşsunuzdur. Kimbilir belki de tablolarından birisini çok beğenmişsinizdir de kime ait olduğunu bilmiyorsunuzdur. Olasılıklar çoğaltılabilir kısacası…

Hadi hep birlikte uzaklara gidelim… Hatta uzaklara giderken geri geri sayalım… 21, 20, 19… ve 18! Evet, evet 18. yüzyıl gayet makul…

18. yüzyılda yaşamış olan Amedeo Modigliani, ürettiği eserler ve sahip olduğu düşünce tarzıyla aydınlanma çağının gizli kahramanlarından biridir aslında… Gizli kahramanlardan birisidir. Çünkü dönemindeki ressamların aksine para kazanma kaygısı taşımaz. Sanatını kaygısız bir şekilde devam ettirmesi de bundan dolayıdır zaten…

Bir nevi bohem yaşayış anlayışı yani… Nitekim bohemlere göre sanat, hayatın ta kendisidir… Para, lüks yaşam, popülarite… Hiçbirine gerek yok. Yaratıcılığını ortaya koymak istiyorsan, hayata meydan okursun, okumazsan da eğer sistemin içerisinde yok olup gidersin anlayışı bir nevi…

Filmde, çizdiği resimlerin gözlerini boş bırakarak imzasını atan rakiplerinin aksine, resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarına göre beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan geri durmayan fütursuz bir kişilik olan Amedeo Modigliani’nin hayat öyküsü, biyografi kıvamında beyazperdeye yansıtılır.

10’a yakın sinema ödülü ve karizmatik duruşunun yanı sıra sergilemiş olduğu birbirinden başarılı performanslarıyla adından sıkça bahsettiren usta oyuncu Andy Garcia’nin canlandırdığı Modigliani karakteriyle bu denli özdeşleşmesine ise diyecek tek sözümüz dahi yok. Zira bu rolün hakkını eminim ki Garcia’dan başkası da veremezdi.

Usta sanatçının trajik yaşam öyküsü, usta aktör Andy Garcia’nin olağanüstü oyunculuğu ile sinema severlere unutulmayacak bir başyapıt olarak aktarılmış.

Picasso ve Modigliani’nin sanat hayatlarındaki çekişmeler üzerine kurgulanan böylesi bir filmi, ne yapın edin mutlaka izleyin derim.

Filmin Repliği: Ruhunu gördüğümde gözlerini yapacağım…

Ps: Filmi izledikten sonra ressamın hayat hikayesinin anlatıldığı kitaplara bir göz attım da ne kadar çok yazar tarafından ele alınmış. Şaşırdım kaldım. O kadar kitap okumama rağmen gözden kaçırmışım doğrusu. Andre Salmon, Velibor Çoliç, Doris Krystof, usta ressamın hayatını yazıya döken birkaç yazardan bazısı… Açıkçası sözkonusu kitabı ilk fırsatta temin edilecekler listeme şimdiden ekledim bile. Okuduğumda kitaba da ayrıca yer veririm…

0 yorum :

Mary & Max: Önce Kendini Sev...

14:30 ebru altin 0 Comments

Animasyon filmlerine karşı itiraf etmem gerekirse eğer özel bir ilgim var. Türü, içeriği, karakter yaratımı, her ne olursa olsun farketmez. En az bir küçük çocuk kadar, sıkılmadan oturup, keyifle izleyebilirim. Öyle kolay kolay şikayette etmem hani. Aman şurası olmamış, burası şöyle olsaymış, böyle son olmaz vs. tarzında söz kalıplarının arasına sığınmaya da gerek duymam açıkçası.

Hayal gücümün en derin dehlizlerine doğru yolculuğa çıkmama yardımcı olduğu için animasyon filmleri beni son derece mutlu eder. Tüm yorgunluğumu alması da çabası tabii ki… İşte bu nedenlerden ötürü fırsat yaratabildikçe haftanın bir gününü animasyon filmlerine ayırmaya çalışırım. Mary & Max ile tanışmam da bu vesileyle oldu zaten…

Uzun zamandır aklımda olmasına rağmen bir türlü izlemeye fırsat bulamadığım bu iki karakterle olan büyük buluşmamı nihayet dün akşam itibariyle gerçekleştirebildim. İyi ki gerçekleştirmişim. Zira bir animasyon filminin bu denli etkileyici mesajlar içermesi ve birbirinden güzel tasvirlerle bezeli olması açık konuşmam gerekirse eğer beni tek kelimeyle mest etti…

Mary & Max… Birbirine hiç benzemeyen ve birbirinden çok uzak iki insan arasındaki mektup arkadaşlığının öyküsü üzerine kurulmuş bir hikayeye sahip. Nitekim gerçek bir hikayeden yola çıkılarak beyazperdeye ustaca aktarılmış.

Bethany Whitmore’un seslendirdiği Mary Dinkle, Melbourne’un banliyölerinde yaşayan, 8 yaşında tombulca bir kızdır. Philip Seymour Hoffman tarafından seslendirilen Max Jerry Horovitz ise Manhattan’daki dairesinde yanlız yaşayan, muzdarip olduğu Asperger sendromundan ötürü dış dünyayı anlamakta ve çevresiyle iletişim kurmakta zorluk yaşayan, şişman bir adamdır.

Mary ile tanıştığımızda tarihler bize 1976′yı gösterir. Avusturalyalı 8 yaşındaki küçük Mary, alkolik bir anne ile ilgisiz bir babanın meraklı ve bir o kadar da yalnız kızıdır. En büyük hayali büyüdüğünde Early Grey isminde birisiyle evlenip, İskoçya’da büyük bir şatoda oturmaktır. Tabii ki bu büyük hayal (!) zaman ilerledikçe, farklı bir yön almaya başlar. Early Grey ise sadece bir poşet çaydan ibaret kalır…

Aslında herşey Mary’nin postaneye gittiği gün ile başlar. Postanede gözüne ilişen New York telefon rehberinden, Amerikalılar hakkında merak ettiklerini sormak üzere, karşısına çıkan ilk isme mektup yazmaya karar verir.

Amerika’da bebekler kutu kola içinde mi doğuyorlar? Taksiler geri geri gittiklerinde bize para ödemek durumundalar mı? Solucanlar cennete gider mi? Kediler yıkandığında tüyleri çeker mi kıvamındaki bir sürü soru yumağı…

İşte o günle birlikte, yirmi yıl sürecek bir arkadaşlık sürecide başlamış olur. Rastgele bir mektupla başlayan fakat daha sonra samimi ve sıkı bir dostluğa dönüşen, içten bir arkadaşlık hikayesi…

Normalde derinine inmediğimizde kimi zaman “aman canım alt tarafı bir animasyon filmi” der, geçeriz… Ancak bu emin olun ki animasyon filminden de çok daha fazlası… Her yaşa hitap etmesinin dışında, yarattığı duygu yoğunluğu, izlerken sizi bir anlığına da olsa farklı yerlere doğru gezintiye çıkarabiliyor.

Mary’nin doğum lekesini, Max’in korku dolu endişe krizlerini ve sigaralarını yere atan insanlara duyduğu öfkeyi hemen sevmemek elde değil.

Mary & Max; sevgi, dostluk, güven, alkolizm, psikiyatri, doldurulmuş hayvan postları, kleptomani, agorafobi ve daha bir çok şey hakkında bir film…

Bu iki arkadaşın hikayesini izlerken eminim onları çok sevecek ve yalnızlıklarına ortak olurken, derin hülyalara dalıp gideceksinizdir… Kimbilir?

Filmin repliği: “Ben küçükken Mr. Ravioli adında görünmez bir arkadaşım vardı. Psikiyatristim artık ona ihtiyacım olmadığını söylüyor. Dolayısıyla arkadaşım artık köşesinde oturup kitap okuyor yalnızca.” Max Jerry Horovitz

0 yorum :

Londra Bulvarı: Londra Bulvarı’nda Neler Oluyor?

13:14 ebru altin 0 Comments

William Monagham’ın ismini duymayan yoktur herhalde. Departed, Kingdom of Heaven, Body of Lies gibi filmlerin senaryolarını yazan, kalemi oldukça güçlü, tabir-i caizse yetenek abidesi ağabeylerimizden birisidir kendisi…

Senaristlik boyutunun yanına şu aralar birde yönetmenlik statüsünü de ekleyen Monagham, ilk yönetmenlik denemesi olan “Londra Bulvarı / London Boulevard” isimli filmden bir iki küçük detay dışında açıkçası alnının akıyla çıkmışa benziyor.

Hapisten yeni çıkan Mitchell, eski hayatını bir kenara bırakıp, düzgün bir hayata sahip olmayı amaçlamaktadır. Bunu her fırsatta eski çetesine söylese de bir türlü bu fırsatı yakalayamaz. Çünkü geçmişi bir gölge gibi peşinden gelir.

Gangsterlerden ısrarla gelen teklifleri reddettiği bir anda hayatına ünlü bir oyuncu olan Charlotte girer. İş olarak başlayan ilişkileri bir süre sonra aşka dönüşür. Ancak Mitchell’in geçmişi bu noktada tekrardan devreye girer. Ve en sonunda Mitchell hayatını geri kazanmak için mücadele etmeye karar verir.

Buraya kadar gayet iyi güzel ama jenerik yazısının akıp gitme modunda “Ee biz şimdi neyi kaçırdık ki oluyorsunuz.” Zira konu ne kadar sağlam olursa olsun kurgudaki boşuklar, ben buradayım dercesine size gülümseyiveriyor. Daha farklı bir son beklerken bir de bakmışsınız ki The End gerçekleşivermiş.

Peki Londra Bulvarı’nda arz-ı endam eden başlıca oyuncular kimler derseniz hemen söyleyeyim. Oyuncu kadrosu oldukça zengin…

Colin Farrell’dan, Keira Knightley’e, Knightley’den Anna Friel ve Jamie Campbell Bower’a kadar uzanan bir oyuncu yelpazesi sözkonusu ki gerisini siz düşünün.

Bu arada itiraf etmeliyim ki son zamanlarda izlediğim filmlerin arasında en sağlam ve güçlü bir soundtrackt’a sahip çalışmalardan birisi niteliğindeydi…

Ehh İngilizlerin üzerine yapışıp kalmış, tipik gangter filmlerinden keyif alıyorsanız eğer haftasonunu güzel bir şekilde değerlendirebilmek adına iyi bir alternatif olabilir, benden söylemesi…

0 yorum :

Yaşam Şifresi: Ya Şifreyi Unutursak...

13:01 ebru altin 0 Comments

Parabolik hesaplamalar, kuantum fiziği veya paralel evren denildiğinde akan sular durur benim için… Evet, fizikçi değilim ama bu konulara dair ilgimin olduğu da su götürmez bir gerçek.

Özellikle bilim kurgu türündeki filmlerin çoğunda ele alınan; zaman yolculuğu, paralel dünyalar, kendini başkasının vücudunda bulma, hafıza kaybı veya silinmesi, sanal gerçeklik, kuantum sıçramaları, ölümden sonra ne var gibi kavramlar, son zamanlarda sıkça işlenen konular arasında yer alıyor.

Moon filminden hatırlayacağınız üzere Duncan Jones ismini şu aralar, insan zihninin özelliklerini, sözkonusu kavramlar arasına katarak, değişik bir bakış açısı getirdiği son filmi “Yaşam Şifresi / Source Code” ile birlikte bir kez daha duyumsar olduk.

Malum zamanda yolculukla ilgilenen bilimadamlarının bahsetmekten en çok hoşlandığı kısım elbette ki geleceğe yolculukla ilgili kısımdır…

Işık hızına yakın hızda yol aldığınızda, saatinizi yavaşlatmayı başarabilirsiniz. Bu da direkt olarak gelecekte hareket edebilmenizi sağlar. Geçmişe yolculuk ise daha problematik ve tam olarak nasıl işleneceği bilinmeyen bir durumdur… Veya şöyle de diyebiliriz tabii ki… Bilindiği halde ifşa etmenin zor olduğu bir gerçek. İki bilemediniz üç bilinmeyenli bileşen misali…

Fiziğe göre geçmiş değiştirilemez. Öneri olarak paralel evren ortaya atılır. Bizimkine eş ama kopya bir gerçeklik… Filmimizde iş bu noktada bize, başka bir gerçekliğe sekiz dakikalık bir süre için geçebilme şansını sunuyor.

Hava Kuvvetleri Pilotu Colter Stevens, Afganistan’da savaşırken, kendisini birden Chicago’da bir hız treninin içinde, başkasının vücudunda bulur. Karşısında Christina adında kendinin tanımadığı ancak belli ki kadının kendini tanıdığı birisi oturmaktadır.

Corter, tuvalette kendisine sığınacak yer ararken aynada kendi yerine başkasının yansımasını görmesiyle şok olur. Cüzdanında ise bir sınıf öğretmeni Sean Fentress’in kimliği vardır. Şokun etkisi daha geçmemiştir ki trenin içinde aniden büyük bir patlama meydana gelir. Ve boom…


Başına ne geldiğini anlayamadan tren havaya uçar ve Colter kendini ordu tarafından kontrol edilen bir kapsülde bulur. Hatırlayamamasına rağmen “Yaşam Şifresi” adı verilen bir programa katılmıştır.

Program kapsamında Colter, Chicago’da bir treni havaya uçuran ve daha binlercesini de öldürmeyi planlayan bombacıyı saatler öncesinden tarif edebilmek için yüksek önemlikli bir göreve atanmıştır. Çok gizli bir program olan Yaşam Şifresi sayesinde Colter, paralel bir gerçeklikte Sean olarak davranabilmektedir. Trene geri dönüşünde Colter’ın bombacının kimliğini tanımlayabilmesi içinse tam tamına sekiz dakikası vardır.

Her seferinde yeni deliller toplasa da avı onu da en sonunda atlatmayı başarır. Daha fazla bilgi aldıkça, bu ölümcül faciayı önleyebileceğine daha çok inanır. Sonuç mu? Onu da bir zahmet siz seyredip, görün…

Kapalı mekan çekimlerinin çok yoğun bir şekilde gerçekleştirildiği Yaşam Şifresi / Source Code adlı filmde, Jake Cyllenhaal, ilk 10 dakika çok zayıf halka gibi gözükmüş olsa da 11. dakika itibariyle olayı tabir-i caizse tek başına götürüyor. Cylelnhaal’ın ismini hatırlayamayanlar için Brothers ve Brokeback Mountain demem anımsamalarında yardımcı olacaktır herhalde…

Geri dönüşlerde aynı sekiz dakikaya tanık olduğumuz, kahvenin dökülmesi, kola kutusunun açılması, telefonun çalması, kondüktörün bilet için gelmesi gibi detaylar her seferinde tekrar tekrar yaşanır. Ama her seferinde bir değişik versiyonuyla olayları yaşarız.

Açıkçası birbirine paralel giden tüm bu detayların ustalıkla işlendiği keyifli bir 95dakika geçirmeyi düşünenlerdenseniz eğer “Yaşam Şifresi / Source Code” isimli filme bir göz atın derim. Eminim ki pişman olmayacaksınızdır.

0 yorum :