Yaşasın Cumhuriyet!

Benim Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de, sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz.
                                                                                            M. Kemal Atatürk
29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


Tüm Yayınevlerine Duyurulur 2

Alt tarafı bir post yazacağım, bu kadar düşünmeye ne gerek var dediğiniz zamanlarınız oluyor mu bilemiyorum ama ben tek kelimeyle şu an o moddayım. Nedeni ise malum! Tamamen arafta kalmış olmam.

Post yazarken insan arafta mı kalırmış yahu, dediğinizi de duyar gibiyim. Ama gördüğünüz üzere kalıyor işte. En tipik örneğini de şu an ben yaşıyorum. Aklımda her ne kadar iki farklı konu olsa da, beynimin yönlendirmesiyle parmaklarım o konulardan birini yazmaya çoktan başladı bile...

Bu da demektir ki okuduğum son kitapla ilgili izlenimlerimi aktarmak ancak ikinci post'a kısmet olacak. O zaman hadi gelin ilk postumu oluşturacak kelimeleri yan yana dizmeye başlayalım bakalım. Ortaya ne çıkacak hep birlikte görmüş olacağız.

Geçen gün yazdığım postumda malum yayınevlerine seslenip, ahh sizinle çalışmak kimbilir ne güzel olurdu deyip, dolaylı yollardan da olsa tekliflere açık olduğumu dile getirmiştim. Kapanışı da, beni can evimden vuran, adeta bir masal diyarında süzülerek yürüyormuş hissi uyandıran, El Ateneo Grand Splendid Tiyatro Salonu ile yapmıştım.

Bu tiyatrodan bozma muhteşem kitapçıyı her ne kadar gidip göremesem de bir yanım böyle bir güzellikle karşılaştığı için mutlu olurken, diğer yanımda ne yalan söyleyeyim burkulmuştu. Çünkü "bu da birşey mi canım, gelin siz, bir de bizim ülkemizdeki kitapçıyı görün" diyebileceğimiz bir yerimiz dahi yoktu. Hem de bu zenginlik içerisinde!

Hadi onu da geçtim, ülkemizde okuma oranının neredeyse yok denebilecek kadar az olduğu gerçeğini bilmeyenimiz yok. Var olan kitapçılarımızın her geçen gün kepenklerini kapatma raddelerine gelmeleri de bir başka gerçeklikken, dünyadaki örnekleri gibi bir şaheser beklemek, Alice'in harikalar diyarında gezmesine benzerdi sanırım.

Eh madem bizde yok, o zaman bizde olmayan bu büyüleyici yerlerle ilgili bilgi edinmeye devam düşüncesinden yola çıkarak, internette küçük bir araştırma yapmaya koyuldum. Ve Bingo! Karşıma çıkan yabancı kaynaklı bir sitede bakın tam olarak ne yazıyordu!

"The 20 Most Beautiful Bookstores in the World"

Aradığım şey, tam olarak karşımda duruyordu işte. Görseller arasında gezinirken ruhum adeta beni bırakıp, çoktan oraya doğru yola çıkmıştı bile. İşte beni büyüleyen o sanat harikası kitapçılardan seçme örnekler...

Selexyz Bookstore - Maastricht, Hollanda 

Bir tiyatro salonu kitapçıya dönüştürülür de, bir kilise kitapçıya dönüştürülmez mi hiç? Yok canım o kadar da değil diyenler için Hollanda'da bulunan Selexyz Kitabevi, başlıca bir örnek teşkil etse gerek. Ne dersiniz?



Bookabar Bookstore - Roma, İtalya

Modern tasarımın eşsiz örneğinin sergilendiği bu kitapçı da, sanat tarihi üzerine yazılmış birçok kitap bulmanın mümkün olduğunu biliyor muydunuz?



Prual Bookstore - Bratislava, Slovakya

Her ne kadar aydınlık ve basit bir tasarıma sahip olmuş olsa da, nedense bana çok dağınıkmış duygusunu verdi, bu tasarım... Beğendim mi? I-ııhh beğenmedim sanırım! Peki ya siz?



Livraria Lello - Porto, Portekiz

İşte karşınızda tam bir neo-gotik türünün bir örneği! Yaklaşık 1906 yılında kurulan bu kitapçı da merdiven faktörüne bu denli yer verilmesinin temel nedenini ise cennete ancak merdivenlerle çıkılabileceği düşüncesi oluşturuyor. 



Cook & Book Bookstore - Brüksel, Belçika

İlginç ama bir o kadar da eğlenceli bir kitapçıya benziyor. Ne dersiniz? Ben özellikle arabalı olan görsele bayıldım :)



Poplar Kid's Republic - Beijing, Çin

Modern tasarımın başlıca örneklerinden birisini oluşturan Poplar Kid's Republic, özellikle çocuklar için yaptıkları okuma köşeleriyle de değişik bir konsepte sahip, bir kitapçı. Laf aramızda şimdi o çocuğun yerinde olup, orada kitap okumak isterdim doğrusu...



The Last Bookstore - Los Angeles

Kitaplardan oluşan bir banko yapma fikri çok hoşuma gitti doğrusu. Dağınık görüntüsüne rağmen insanı etkileyen başka bir kitapçı da bu olsa gerek!



Corso Como Bookstore - Milan, İtalya

Adeta sanat ve tasarımın iç içe geçmesinden oluşan muhteşem bir konsept. 



The American Book Center - Amsterdam, Hollanda

Öyle bir kitapçı düşünün ki, içinden bir ağaç gövdesi geçiyor olsun. İmkansız mı? Eğer siz de imkansız diyenlerden biriyseniz, emin olun çok yanıldığınızı bu tasarımla göreceksiniz.



Ler devagar - Lizbon, Portekiz

Hayal dünyanız ne kadar zenginse, ortaya o kadar büyük işler çıkarırsınız. Ve o hayal dünyanızda birçok insanın koymaya cesaret edemeyeceği objeleri de rahatlıkla koyar ve gündelik yaşamınıza dahil edersiniz. Böylece farkınız da ortaya çıkar. Aynı Ler Devagar'daki kitapçı da olduğu gibi :)



Ray söyledi, Biz de Gatsby ile Life of Pi'a göz gezdirdik!

Uzun zamandır izlemek isteyip de bir türlü fırsat yaratamadığım filmleri bayram tatilinde aradan çıkartmak ne yalan söyleyeyim çok iyi oldu doğrusu. Laf aramızda havanın soğuk ve yağmurlu olmuş olması da işime yaramadı değil hani... Dolayısıyla fırsattan istifade eşofmanları çekip, kış moduna kendimi ayarladıktan sonra uygun bir yayılmaca pozisyonunu da alıp, merak ettiğim filmleri izleme moduna geçiverdim. İzlediğim ilk film, ne zamandır aklımda olan hatta aklımda olmasından ziyade blogumun da sağ sütununda uzunca bir süre izlenecekler arasında kalan Muhteşem Gatsby'di.
Açıkçası romanlardan uyarlanan filmlerden her ne kadar hazetmesem de elimden geldiğince kaçırmamaya da özen gösteririm. Ama bu sefer bir değişiklik yapmak durumunda kaldım. Zira F. Scott Fitzgerald'ın kaleme almış olduğu bu eseri daha önce okuma fırsatım olmamıştı. Bu nedenle kitaba dair en küçük bir fikrim olmadığı için, filmi de merakla seyretmeye başladım. 

1922 senesi baharı... Dolayısıyla ahlaki değerlerin çöktüğü, kaçakçıların ve yükselen hisse senetlerinin de tavan yaptığı bir dönem! Filmimizin konusunu oluşturan hikayeyi ise genç borsacı Nick Carraway'in ağzından dinliyoruz. 

Nick, kuzeni Daisy ve onun zengin kocası Tom Buchanan sayesinde gizemli milyoner Jay Gatsby'e komşu olur. Böylece zengin insanların aşk ve entrika ile dolu hayatlarına da adım atar. 

Kendi Amerikan rüyasının peşindeyken tesadüfen milyoner Gatsby ile yolları kesişen Nick'in hayatı da bir anda değişmeye başlar. Peki kimdir bu Gatsby? Oxford'lu bir centilmen mi yoksa zengin bir iş adamı mı? 

Filme dair izlenimim: Birçok kişinin beğenerek izlediği bu film bana nedense çok yavan geldi. Sizdeki izlenimi nasıl oldu bilemiyorum ama ben Gatsby'e her baktığımda nedense karşımda Kadir İnanır'ı görür gibi oldum. Demek ki neymiş, beklentileri bu denli yüksek tutmamak gerekirmiş. Bahaneyle görmüş olduk.

Dipnot: Her ne kadar filmi beğenmesem de soundtracklar pek bir dinlenesi, beden söylemesi. Özellikle de Lana Del Rey'in söylediği parçayı dinlemenizi tavsiye ederim.

Biyografi türünde film izlemekten hoşlananların kaçırmaması gereken bir film: Ray

Günün ikinci filmi ise 2004 yapımı Ray'di. Ray, yaşadığı oldukça trajik bir olay sonucunda hayatına kör olarak devam etmek zorunda kalır. Yaşadığı bu acıya rağmen hayata dair umudunu ise hiç kaybetmez ve yepyeni, taze hayallerle, hayat yolculuğuna devam etmeye karar verir. 
Bu muhteşem sesli adam, zaman içerisinde karşısına çıkan engellerle savaşarak, dünyanın en önemli müzisyenlerinden biri haline gelecektir. Ve böylece küçük Ray, hem adıyla hem de soyadıyla tanınan bir Ray Charles olacaktır.

Filme dair izlenimim: Caz severlerin bu filmi mutlaka izlemesi gerek diye düşünüyorum. Ben bu filme tek kelimeyle bayıldım. Müziklere ise ekstra yorum yapmama gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü hepsi harikaaaa...
                                           Life of Pi ile iç sesinize kulak verin...

Günün son filmi ise Life of Pi oldu. Bu filmin adını çok fazla duymakla birlikte, arkadaşlarımın da "mutlaka izlemelisin" türünden yoğun baskılarına açıkçası çok maruz kalıyordum. Her ne kadar konusunu merak etmiş olsam da bir türlü izlemek de kısmet olmamıştı. Yalnız filmi seyrettikten sonra izleme konusunda geç kaldığım için deyim yerindeyse kendime çok ama çok kızdım. Bunu da öz eleştiri olarak yapmış olayım.
Filmin konusuna gelinde... Hindistan'dan Kanada'ya giden bir yük gemisi, içindeki hemen hemen tüm canlılarla birlikte trajik bir şekilde batar. Bu kaza sonrasında ise bir cankurtaran filikası, uçsuz bucaksız vahşi Pasifik Okyanusu'nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı ise bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan, Richard Parker adında üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ve Pi adındaki 16 yaşındaki Hintli bir çocuktur. Pi'nin hayvanat bahçesi işleten ve hayvanlarıyla göç yoluna koyulan ailesi de batan gemide yaşamını kaybetmiştir. Pi ise bu amansız okyanusta hayvanlarla birlikte bir başına kalarak, hayatta kalma mücadelesi verecektir. 

Filmle ilgili izlenim: Aslında çoğunlukla yapmamız gerektiği halde bir çoğumuzun fazlasıyla ihmal ettiği sorgulama faktörünü, film sonunda yapar hale geliyorsunuz. İç sesinize kulak vermeniz de cabası. Açıkçası filmin beni bu kadar etkileyebileceğine, daha öncesinde hiç ihtimal vermemiştim. Yanıldığımı da böylece görmüş oldum.

Edebiyat Turizmi Kapsamında Gezmeye Devam (2)


Çocukluğunda Oliver Twist okumamış kaç kişi vardır ki acaba?
Tahminime göre yoktur gibime geliyor ama yine de bilemem tabii ki...
Oliver Twist!

Bir yetimhanede gözlerini açarak hayata merhaba diyen ve evlatlık verildiği evden kaçmasıyla birlikte de başından dert eksik olmayan küçük kahramanımız. Bize verdiği dersi unutmak ise ne mümkün. Hayat ne kadar zor olursa olsun, inandıktan ve hayata dört elle sarıldıktan sonra aşılamayacak engel yoktur. Bugün olmazsa elbet yarın herşey yoluna girecektir.

Şu an bu satırları yazmama vesile olan ünlü yazar Charles Dickens acaba bu karakteri ortaya çıkartırken, hikayesini nasıl bir ortamda satırlara döküyordu?

Sizin de benim gibi okuduğunuz herhangi bir kitabın satırları içerisinde kaybolurken o eserin nasıl ortaya çıktığını, yazarın nasıl bir ruh hali içerisinde bulunduğunu düşündüğünüz oluyor mu? Ne yalan söyleyeyim benim çok fazla oluyor. Bu nedenle de edebiyat turizmine bu aralar kafayı fazlasıyla takmış bulunmaktayım.

Bu nedenle kaldığımız yerden edebiyat turizmi kapsamında nerelere gidebilirmişiz, gelin birlikte göz atmaya devam edelim.


Charles Dickens, John Milton, H.G Wells gibi ünlü yazarların doğduğu şehir olan Londra'ya doğru yola çıktığınızı farz edersek eğer ilk Dickens'ın müzeye dönüştürülen Doughy Caddesi 48 numaradaki evi olmalı bence. Böylece Oliver Twist'in nasıl bir ortamda yazıldığını kendi gözlerinizle görüp, hayalini kurabilirsiniz.


Peki 20. yüzyılda tüm dünyanın sanat camiasını etkileyen tartışmaların yapıldığı Blommsbury'deki pub'a ne demeli? The Lamb on Lamb adı verilen bu pub'a gidip, kendinize en soğuğundan buz gibi bir bira ısmarlayabilirsiniz. Unutmayın ki bu seçkin sanat camiasının başta gelen isimleri arasında Virginia Woolf, John Maynard Keynes ve Lytton Strachey yer alıyor.


Hazır buraya kadar gelmişken Virginia Woolf turuna katılmadan da olmaz tabii. Woolf turu kapsamında gidebileceğiniz başlıca yerler ise...

Bloomsbury'deki British Museum (Müzede sanatçıya ait bir oda da bulunuyormuş, benden söylemesi)


Deniz Feneri, Orlando gibi eserlerin ortaya çıktığı Monk Evi (Nitekim Virginia ve kocası Leonard Woolf'ın buraya taşınarak, yaşadıkları belirtiliyor. Söylenen bir rivayete göre Woolf'un intiharı sonrasında yakılan bedeninin küllerinin de bu evin bahçesinde gömülü olduğu yazıyor)


Sissinghurst Castle müze evi. Burada Hogarth Yayınları'nın ilk günlerinden kalma bir elle kitap baskı makinesi de mevcut.


Ya bizim ünlü dedektifimiz Sherlock Holmes'a ne demeli? Dedektifin izini sürmek için 221b Baker Caddesi tam da sizin için bir yer...

Kitapların peşine takılıp büyüleyici bir seyahat yapmaya ne dersiniz?


Hatırlayacağınız üzere geçtiğimiz günlerde romanlardan ilham alan otellerle ilgili post'umu hazırlarken, son zamanlarda bir trend haline gelen ve çoğu insan tarafından da kabul gören edebiyat turizmine dair bir yazı hazırlayacağımın bilgisini vermiştim. Ehh hazır tatil modundan da çıktığıma göre yazımı satırlara dökmek için hiçbir engelim kalmadı.

Şimdiye kadar pek duyulmamış, son yıllarda ise edebiyat tutkunları için adeta trend haline gelen bu seyahat türü tam olarak neyi kapsıyordu peki? Neydi onu bu denli popüler hale getiren? Havası, suyu, ambiansı mı yoksa bambaşka bir şey miydi onu bu kadar etkili kılan?

Sorular, sorular, sorular... Ardı ardına sıralanabilecek nitelikte bir sürü soru kalıbı! Ama yine de kültür turizminin bu yeni biçimi hakkında fikir sahibi olmayanlar için öncelikle şunu belirtmekte yarar var. Edebiyat turizmi adı üzerinde edebiyatla bir biçimde alakalı şehirlere, kasabalara veya mekanlara seyahat anlamına gelmekte. Yani bir nevi yazarların yaşadığı yada romanlarının geçtiği yerlere yapılan yolculukları içeriyor.

Her zevke ve her kültürel sınıfa uygun bir yer bulmak da mevcut. Dileyen Ege adaları olmak üzere Homeros destanının geçtiği yerleri gezebilirken, dileyen de Kafka'nın Prag'ına doğru yola çıkabilir.

Düşünsenize kaç edebiyat tutkunu bir kitabı okuyup da karakterin peşinde kendisini sürüklenip, giderken bulmaz. Bir bakmışsınız Paris'te, bir bakmışsınız Dublin'in sokaklarında dolaşıyorsunuz. İşte hayalinizdeki bu imgelemeleri gerçekliğe dönüştürmek için edebiyat turizmi tam da size göre birşey.


Maeve Binchy'nin kitaplarıyla Dublin'in sokaklarında gezip, hüznün, umudun, hırsın, sevginin, kırgınların giderildiği o meyhaneyi hatırlamayan kaç kişi vardır ki? Peki sadece Maeve Binchy ile mi geziyorduk o sokakları. Elbette hayır!

James Joyce, Samuel Beckett, Oscar Wilde ve William Butler Yeats'ın müdavimi olduğu, gaz lambasının titreyen alevleri altında, İrlanda viskisi eşliğinde kaleme aldıkları eserleri ve o matruk barı unutmak ne mümkün.

Peki Paris'in edebiyat başkenti sıralamasında birinciliği kimseye kaptırmamasının nedenini hiç düşündünüz mü? Gelin birlikte beyin fırtınası yapalım. Asıl neden Victor Hugo muydu yoksa? Yok, yok kesin Alexander Dumas'tır diyenler için hemen söyleyeyim. Elbette ki asıl neden ne Hugo ne de Dumas'tan dolayıydı...


Asıl neden elbette ki 1900'lerin ilk yarısında Ernest Hemingway, Gertrude Stein ve elbette ki Muhteşem Gatsby'nin yaratıcısı F. Scott Fitzgerald gibi birçok yazar ve sanatçının bu büyülü şehirde yaşamış olmasıydı.

Her ne kadar edebiyat turizmi ülkemizde daha gelişmemiş olsa da önümüzdeki günlerde bizde de etkisinin büyüyeceğine dair inancım sonsuz. Benim için yurt içi olmuş, yurt dışı olmuş farketmez, yeter ki edebiyat turizmine dair bir seyr-ü sefer de bulunayım diyenler için gidebileceğiniz yerlere gelin birlikte göz atalım.

Edebiyatın Başkenti Paris...

Siz, siz olun yolunuzu Paris'e düşürdüğünüz bir gün de mutlaka Hotel du Quai Voltaire'e gidin. Bir yanınızda Seine Nehri, diğer yanınızda ise ünlü Louvre Müzesi...


Burada konaklamanız da şart değil elbette. En azından lobisinde oturup, kahvenizden bir yudum aldığınızda da o havayı rahatlıkla soluyabilirsiniz. Unutmamanız gereken tek şey Oscar Wilde gibi dünyaca ünlü bir yazarın bu otelde uzun süre yaşamış olması.


Paris'te görmeniz gereken yerlerden birisi de elbette Samuel Beckett ve James Joyce'un yaşadığı bölge olarak da bilinen Ecole Normale Superieure. Godot'u Beklerken'i veya Ulysses'in kahramanlarının yaşadığı bu bölgede dolaşmak ve o havayı solumak eminim ki sizi bambaşka bir boyuta sürükleyecektir.


Ya Victor Hugo'nun ünlü kahramanı Notre Dame'ın yavaş adımlarla çıktığı kilisenin merdivenlerine yada Marais bölgesinde bulunan La Maison de Victor Hugo'nun bugün müzeye dönüştürülmüş evini görmeye ne demeli?


Ernest Hemingway’i de unutmamak lazım. Zira Güneş Gene Doğar isimli eserini yazdığı yerdir Paris...

O zaman hadi gelin fotoğraflarla zamanda yolculuk yapalım...

Duyduk duymadık demeyin! Yarın Oliver Twist'i düşlemek üzere Londra'da olacağız...