İstanbul Gallery Map Açıldı...

İstanbul Gallery Map adlı websitesi İstanbul'daki galerileri ve ev sahipliği yaptıkları sergileri tek bir platformda toplayarak oluşturduğu sanat haritasını kullanıma açtı.

Kısa adıyla IGM, Tophane & Beyoğlu ve Nişantaşı & Maçka düzlemindeki iki ayrı bölgede, güncel sergileri ve sanat galerilerini listeleyerek sanatseverlerin bu bilgilere kolayca ulaşmasına yardımcı olacak.

Hem İngilizce hem de Türkçe olan bu websitenin amacı; çağdaş sanat konusunda hem ulusal hem de uluslararası bir farkındalık yaratmak. Sitedeki haber ve eleştiri sayfalarından ise New York, Londra ve İstanbul'daki sanat haberleri ve yorumları da ayrıca takip edilebilecek.

Sanatseverler için http://www.istanbulgallerymap.com/ elinizin altındaki büyük bir kaynak olacak...

İskender

Türk edebiyat tarihinde en kısa sürede, en çok satan edebi eserin yazarı kimdir diye sorsam, herhalde büyük bir çoğunluk Elif Şafak'ın ismini söyleyecektir. Doğrusunu söylemem gerekirse eğer Elif Şafak ile ilk tanışmam, bir solukta okuyup, bitirdiğim "Aşk" kitabıyla birlikte olmuştu.

"Aşk" ile birlikte Elif Şafak'ı tanımıştım tanımasına ama gerisini ne yazık ki getirememiştim. Ta ki geçtiğimiz gün okumaya başlayıp, nasıl bittiğini dahi anlamadığım ve tadı damağımda kalan "İskender" isimli kitabına kadar...

"Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır. En derin yaralar ailede açılır. Kabuk tutsa bile kanar hikaye adeta içten içe, diyordu yazar kitabın bir yerinde..."

1970'lerde Anadolu'dan Londra'ya göçmüş, Toprak ailesinin hüzünlü, heyecanlı ve bir o kadar da umut dolu hikayesi üzerine kuruludur aslında İskender...

Adem, askerdeyken tanıdığı Pembe ile evlenip önce İstanbul'a gelir ve yaşam şartlarının ağırlığı altında ezilerek daha iyi gelecek uğruna, 70'li yılların sonlarına doğru Londra'ya göçerler. Üç çocukları olur: İskender, Esma ve Yunus...

Roman boyunca Toprak ailesinin göç yollarını takip ederken, insanın en yakınındakilerle nasıl uzak düşebildiğini, gurbeti içinde taşıyabildiğini ve geçmişin burukluklarının bir gölge gibi bizi takip ettiğini gözlemleriz.

Pembe, canından çok sevdiği ikiz kardeşi Cemile'yi ve alıştığı herşeyi geride bırakarak göç eder eşi Adem ile. Ne var ki kimsenin bilmediği karanlık bir sır saklıdır bu evlilikte.

En nihayetinde Pembe'nin hikayesine yolculuk, göçmenlik, yalnızlık ve yasak bir sevda siniverir. İkizlerin iki bedende ikamet eden tek ruh olduğu söylenir.

Oysa onlar bundan da ötedir... Biri yaralandı mı öteki kanar, biri gözünü kapamaya görsün diğeri kör olur. Her konuda aynı olmalarına karşın aralarında hayati bir fark da vardır bu ikiz kardeşin...

Pembe, Fırat Nehri'nin ötesindeki dünyayı merak eder. Başkalarının onun hakkında ne düşündüğüne aldırmadan yüreğinin peşinden gider. Cemile ise köyünde kalır...

Bir şekilde hayat ikizlerin yollarını ayırsa, Cemile ve Pembe'nin aralarına kilometreler girse de, hep birlikte atar yürekleri... Ta ki bir cinayet onları ayırana kalar.







Alman Kültür Merkezi'nde Her Perşembe Mayıs Filmleri Seyretmeye Ne dersiniz?

Goethe Institut Istanbul (Alman Kültür Merkezi), Perşembe Filmleri başlığı altında düzenlediği film gösterimlerini Mayıs ayında da sürdürüyor. Merkezde her Perşembe saat 19:00’da son üç yılda çekilmiş yeni Alman filmlerinden bir seçki sunmaya devam ediliyor. İlgilenenler için işte Mayıs ayı programı...

Pianomania / 03.05.2012 Saat: 19.00

"Sen nefes almıyor" Piyanist Pierre - Laurent Aimard duygularını çaresizce bu sözlerle ifade ediyor. Steinway & Sons'ın şef akortçusu Stefan Knüpfer'in sürekli duyduğu, tipik cümle bu. Çünkü her piyanonun kendi kişiliği var, her parça kendine uygun renkte bir tını istiyor, her yorum da kendine özgü bir coşkuya sahip.

Pianomania müzik aşkıyla, mükemmellikte, birazcık da delilikle ilgili bir film... Stefan Knüpfer'i müzik dünyasının Pierre - Laurent Aimard, Lang Lang ve Alfred Brendel gibi yıldızlarıyla yaptığı çalışmalar sırasında izlerlerken, izleyiciyi seslerin sırlarla dolu dünyasına doğru sıradışı ve esprili bir yolculuğa çıkarıyor.


Votka ile Viski / 10.05.2012 Saat: 19.00

Bilhassa kadınlar tarafından çok sevilen ve artık yaşlanmakta olan oyuncu Otto Kullberg, ilgi odağında olmayı seven, kesinlikle çekingen olmayan, yaşamaktan zevk alan biridir. Yine çok içtiği bir anda yeni filminin bir çekim gününü berbat eder.

Otto'nun çekimleri bitiremeyebileceği korkusuyla onun yerine yedek bir oyuncu ayarlanır. Çok daha genç olan Arno ile tüm sahneler ikinci kez çekilir. Otto sadece filmdeki rolü için savaşmak ve yeni oyuncu ile bir düelloya girmek zorunda kalmaz. Aynı zamanda gerçek yaşamında da bazı şeyler harekete geçer.


Kinshasa Symhony / 17.05.2012 Saat: 19.00

Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin başkenti Kinshasa'daki "Orchestre Symphonique Kimbanguiste"nin müzisyenleri, kendilerini dünyanın tek siyah senfoni orkestrası olarak nitelendiriyor. Hepsi birer amatör, gün boyu hayatlarını kazanmak için yaptıkları işlerinde çalıştıktan sonra, akşamları provalar için buluşuyorlar.

Sonunda da Kinshasa'da müthiş bir konser veriyorlar. Kinshasa Symphony, herşeyden önce büyüleyici bir kendini adama öyküsü. Film, sondaki konserden önce yapılan çok sayıda provayı izliyor, uzun ve zahmetli bir süreci görünür ve duyulur kılıyor. Bir yandan da kahramanların sorunlarını, gündelik hayatlarındaki ve müzik projelerini gerçekleştirirken yaşadıkları güçlükleri yansıtıyor.

Plug Pray / 24.05.2012 Saat:19.00

İnsan, etten ve kemikten bir makina mıdır? Plug Pray, yapay zeka araştırma merkezlerinin kapısını aralıyor ve bilgisayar teknolojisi, robotlar, biyoloji, nörobilim ve gelişme psikolojisinin birbirine geçtiği bir dünyanın içine dalıyor.

Bu dünyada bugünden mümkün olanlar etkileyici, yapamadıkları ve beceremedikleri de insanı eğlendiriyor. Nereye varmak istenildiği konusu ise soru işaretleriye dolu. Nereye kadar gitmek istiyoruz? Ne zaman sınırları aşmış oluruz? Eğer sınırları aşarsak, bizi kim durduracak? İlerleme ve gelişmeye karşı sınırsız bir inancın hakim olduğu bu zamanda bu soruları soran ve bizi uyaran kişi, bir zamanlar bilgisayar çağının öncüsü olarak anılan, Joseph Weizenbaum'dan başkası değil.

Not: Tüm filmler Almanca olup, Türkçe altyazılı olarak gösterilecektir. Giriş serbesttir...



Çöp Plaza

Farklı edebi türlerde pek çok eser veren ödüllü yazar Miyase Sertbarut’tan, gerçeğin hayalle kol kola yürüdüğü, hüzünlü ama umut dolu bir yoksulluk serenadı: Çöp Plaza...

Miyase Sertbarut, yaklaşık bir buçuk yıl kadar üzerinde çalıştığı bu kitabında, daha önce hiçbir yazarın kâğıda dökmeye cesaret edemediği tehlikeli ve pis kokulu sulara doğru götürüyor kalemini. Çöp Plaza, birbirinden apayrı iki dünyanın resmini çiziyor okurlarına.

Bir yanda kentli seçkinlerin yaşadığı, kuşların, böceklerin bile ziyaret edemediği, daima steril ve korunaklı Elit City, öteki yanda zenginlerin çöplerini toplayarak günlük ekmeklerinin peşinde koşan insanların yaşam savaşı verdiği Gülova Mahallesi. En tepedekiler ve en aşağıdakiler… Birbirlerine yakın bölgelerde yaşam sürmelerine rağmen birbirlerinin hayatlarına teğet geçen insan manzaraları…

Çocuklarını her türlü tehlikeden koruyarak yapay fanuslar içinde büyüten Elit City sakinlerinin çocuklarının sağlıkları büyük tehdit altındadır. Bağışıklık sistemleri çökmeye başlayan çocuklar yüksek yaşam standartlarına rağmen bitkin ve hastadır.

Bunun üstesinden gelebilmek içinse tek bir çare vardır: Kan nakli. Peki ama kimlerin kanı bu hastalıklı çocukların derdine deva olacaktır? Elit City başhekimi ve çocuk kliniği şefinin yaptıkları adice bir planla gereken tedavi yöntemi bulunur. Çözüm iki kilometre yakınlarındaki Gülova Mahallesi’nde saklıdır ve bu tedaviyi uygulayabilmek için mahalle çocuklarının yardımına ihtiyaç vardır.

Yiyecek yemeklerini bile çöpten çıkaran bir mahalle halkının çocuklarıyla böylesi bir tedavi yönteminin nasıl bir ilişkisi olabilir? Yasa dışı yollarla başlatılan bu tedavi ne şartlarda uygulanacaktır? Söz konusu tedavinin Gülova çocukları üzerindeki yan etkileri araştırılmış mıdır?..

Gerçeğin hayalle, insanlığın kötülükle mücadelesini gözler önüne seren Çöp Plaza, iki ayrı insan topluluğu arasındaki değişiklikler üzerine farkındalık kazanmamıza önayak olarak, hayati bir soru üzerinde de düşünmemizi amaçlıyor: “Herkes beladan kaçarsa, bela büyümez mi hiç?”

Yazar, kitabını ütopik bir finalle mutlu bir şekilde sonlandırmaya gayret etse de, gerçek peşini bırakmıyor ve hayatın acımasızlığı hakikati kulaklarına haykırarak düşlerinde kurduğu imkânsız bir yaşamın aslında var olamayacağını hatırlatıyor.

Yine de yaşam oldukça ümit vardır. İleride bir zamanda, nice Fıratlar ve Berkler ellerinde renkli çerçeveli büyüteçleriyle bir yerlerde buluşabilirler. Kim bilir belki…

Rüya Körü

"Geleceği hatırlıyorum" sözünü söylediğinde gülümsüyordu. Fakat düşündükçe yüzündeki gülümseme kayboldu. Gelecekte olacağını bildiği bu olayın rüyasını yıllar önce görmüştü ve bu hesapla dünü henüz yaşamamıştı. "Ben yokum" dedi, "ben bir hayal olmalıyım"

Arka kapakta yazan bu sözler beni can evimden vurmuştu işte. Hiç aklımda yokken tek kelimeyle isminin büyüsüne kapılarak aldığım kitaplardan birisine yeni eklenenlerdendi Rüya Körü...

Açıkçası kurgusu itibariyle son zamanlarda okuduğum başarılı kitaplardan birisiydi Gürsel Korat'ın kaleminden çıkan bu eser... Malum böylesi başarılı bir romanı bir solukta okudum dememe gerek yok. Evet, bir solukta okudum okumasına ama yoğunluktan dolayı bir türlü fırsat bulup, sizlerle paylaşamadım.

İletişim Yayınları'ndan çıkan kitap, aslında bir tarihsel dönemi, sanatsal bir anlayışla ele almanın yanısıra ele aldığı tarihsel kişiliklerle de başarılı bir şekilde öne çıkıyor.

İki adam...
Biri hassas ve kırılgan aşık, azap yeleğiyle dolaşan Stefanos...
Diğeri kahkahası, tutkusu, cazibesi ve kudretiyle Andronikos...

Biri rüyalarında gelecekte yaşanacakları görür. Diğeri ise geçmişte olup bitenleri bilir. Birbirlerine yaklaştıkça güçlenen, gördükleri rüyaları daha da koyulaştıran iki adamın romanı, Rüya Körü...

Kitap, Bizans ve Selçuklu'nun, Anadolu'nun tarihine dokunan atmosferinde, hayatın en anlamsız yüzünü teşhir eden, siyasi itişmeler, babalar ve oğullar, güçlü kadınlar, kurtlar ve kuzular, velveleler, onulmaz ıstıraplar, garez ve sadakat gösterileriyle ilgili bir süreç ve iktidar savaşına hoşgeldiniz demeyide ihmal etmiyor.

Tarihsel süreci tamamen kurgusal boyutta okuyup, keyfini çıkartmayı düşünürseniz Rüya Körü, elinizden düşürmeden okuyacağınız çalışmalardan birisi niteliğinde, benden söylemesi. Şimdiden tadını çıkartın derim...