7. İstanbul Animasyon Festivali’nde Ödüller Sahiplerini Buldu

Her senenin en iyilerinin yarıştığı İstanbul Animasyon Festivali’nde ödüller belli oldu.Jürisini Baran Baran, Deniz Mutlu ve Emre Senan'ın oluşturduğu 7. İstanbul Animasyon Festivali'nde Finlandiyalı yönetmen Sanni Lahtinen, Chest of Drawers filmiyle En İyi Film ödülünü kazandı.



En İyi Türk Filmi ödülü ise Cutters filmiyle Ahmet Şerif Yıldırım ve İstanbul filmiyle İdil Ar arasında paylaştırıldı. Ahmet Şerif Yıldırım filmdeki yaratıcı anlatım tekniği, İdil Ar ise İstanbul’u etkileyici bir şekilde görselleştirmesinden dolayı ödülü haketti.

En İyi Öğrenci filmi de iki film arasında paylaştırıldı. Kanadalı yönetmen Marie Bloch-Laine’in filmi Alambic ve Çinli yönetmen Yi Zhao’nun filmi On The Water yaratıcı anlatım teknikleriyle jürinin beğenisini kazandı.



En İyi İlk Film ödülü ise İngiliz yönetmen David Prosser’ın oldu. Filmi Matter Fisher bu sene BAFTA adaylarından biriydi.

Fransız yönetmen Caroline Attia ise Elevator Operator filmiyle En İyi Müzik Videosu ödülüne sahip oldu. Son olarak Jüri Özel Ödülü ise La Detente filmiyle Fransız yönetmenler Pierre Ducos ve Bertrand Bey’in oldu. Jüri, La Detente’nin savaş anındaki bir askerin ruh halini muhteşem bir görsellikle anlatmasını ödülsüz bırakmadı.

PS: 8. İstanbul Animasyon Festivali 20 – 25 Kasım 2012 tarihde gerçekleşecek. Bu tarihe kadar İstanbul Animasyon Festivali ile ilgili tüm gelişmeleri ve ek etkinlikleri www.iafistanbul.com ve facebook.com/iafistanbul adreslerinden takip edebilirsiniz.

Bilimkurgu Kitaplarından Uyarlanan Film Seçkileri 2...

Forbidden Planet (1956): Filmin öyküsünün geçtiği mekan, 2200'lü yılların başlarında, dünyadan 17 ışık yılı uzaktaki Alpha Aquilae, yıldız sisteminde yer alan Altair, VI gezegenidir. Buraya 20 yıl önce gönderilen keşif ekibinden uzunca bir süre haber alınamayınca araştırma yapmak için dünyadan bir gemi gönderilir. United Planets Cruiser C-57D gemisinin kaptanı kumandan John J. Adams'tır. Gemileri Altair VI'ye yaklaştığında gezegenden bir uyarı mesajı gelir.



Mesajı gönderen keşif ekibinin başı ise Dr. Morbius'tur ve onlara hemen geri dönmelerini söylemektedir. Geçerli bir gerekçe gösteremediği için kumandan Adams bunu reddeder ve gezegene iner. Onları Dr. Morbius'un müthiş icadı Robbis the Robot karşılar. Doktor onlara keşif ekibindeki herkesi görünmez bir canavar tarafından yok edildiğini anlatır. Hayatta kalan son kişiler kendisi ve kızı Altaira'dır. Görünmez canavar yeniden saldırıya geçtiğinde bir ölüm kalım mücadelesi başlayacaktır.

2001: A Space Odyssey/ 2001: Bir Uzay Destanı (1968): Bilim kurgu yazarı Arthur C. Clarke ile yönetmen Stanley Kubrick'in işbirliğinden doğan büyüleyici bir öykü…



Kubrick'in bilimkurgu filmleri arasında ciddi bir yere sahip olan bu filmde, hem görsel hem de işitsel olarak sanatsal bir kurgu bulunmakta.

A Clockwork Orange/ Otomatik Portakal (1971): Anthony Burgess'in aynı adlı yapıtından uyarlanan filmde, Britanya'da endüstri sonrası bir şehirdeki, ahlaki değerlerin birbirine karıştığı, iyi ve kötünün ayırt edilemez hale geldiği bir toplumda, gençlerden oluşan bir çetenin insanlara uyguladıkları şiddeti ve Alex üzerinden insan doğası ve toplumsal değerlerin çatışmasını konu eder.



Solaris (1972): Stanislaw Lem romanının sinemaya ilk uyarlaması… Uzak ve garip bir gezegendeki araştırma gemisine giden psikoloğun karşılaştığı ve içine çekilmeye başladığı yapay gerçeklik…



Star Wars (1977)/ Empire Strikes Back (1980): George Lucas'ın tasarladığı bu seri, en dikkat çekici ve eğlenceli bilimkurgu filmlerine örnek teşkil eder.



Çok uzak gelecekte geçen filmde, galaksiyi yöneten ve kötü tarafı temsil eden İmparatorluk güçleri ve bunlara karşı koymaya çalışan iyi niyetli asilerin aralarındaki savaşta, genç bir Jedi şövalyesinin oynadığı rolü farklı bir üslupla anlatıyor. Bu serinin bir başka özelliği ise 1977'de çekilen ilk versiyonunun 4. bölüm olarak gösterime girmesiydi.

Alien (1979): Bir yıldızlararası maden gemisinin uzak bir gezegende bulduğu yaratık, yoğunlaştırılmış asit kanı ve güçlü çenesi ile mürettebatı darmadağın ediyor. 1979'da çekilen Alien, uzaylı yaratıklarla insanoğlunun karşılaşması açısından dönüm noktası olan bir filmdir.



Blade Runner (1982): Gelecekte bir polis, dört kanun kaçağı, klonlanmış humanoid'in peşindedir. Philip F. Dick'in `Do Androids Dream of Electric Sheep?' öyküsünden esinlenilerek beyazperdeye uyarlanmıştır.



The Matrix (1999): İnsan yapısı, yapay zekanın gezegeni ele geçirilişi üzerine bir film… Bir tutam felsefe, fetiş kıyafetler ve hayli hoş özel efektler… İlki 1999'da gösterime giren Matrix, bilimkurgu tarihinde bir devrim yarattı. Felsefi yapısı itibariyle ağırlığını seyirci üzerinde hissettiren film, getirdiği yeni teknolojik efektler ile de bu serinin kült filmler arasındaki yerini almasını sağladı.



Filmde, yakın bir gelecekte, bir bilgisayar korsanının, yeryüzündeki tüm hayatın aslında siber bir organizma tarafından meydana gelen bir hayalden oluştuğunun ve insanların bedenlerinin makineler tarafından yakıt olarak kullanılması için herkesin bu şekilde uyutulduğunun farkına varmasını ve gerçek dünyaya dönme çabalarını anlatıyor.

Star Trek: Televizyon dizisinden sinemaya geçişe en güzel örneklerden birisi de `Uzay Yolu' serisidir. Bugüne kadar 6 televizyon dizisi, 10 sinema filmi, yüzlerce roman, video oyunu ve fan hikayesi olarak yayılmıştır.



İnsanların galakside diğer bilinçli canlılarla birleşerek Birleşik Gezegenler Federasyonu'nu kurdukları, hayali bir 3. Dünya Savaşı sonrası bir geleceği tasvir eder. Evrende yalnız olmadıklarını anlayınca insanlık kendilerine özgü birçok zayıflık ve kötü alışkanlıklarını geride bırakır. Kahramanlar genelde fedakardır ama zaman zaman sonuç almak için başka yollara baş vurabilirler.

Bilimkurgu Kitaplarından Uyarlanan Film Seçkileri...

Bilimkurgu adını verdiğimiz edebi akımın tarihi, bilindiği üzere sanılandan çok daha eskiye dayanır. Hele de bilimkurgunun modernize olmuş hali sözkonusuysa,türün ortaya çıkışında klasik yazarların rolü de yadsınamaz olmuştur.

Jonathan Swift'in 1726 yılında yayımladığı “Gulliver'in Gezileri” isimli kitabının üçüncü cildinde açıkça bu konuya değinilir. Uçan kaleler, teknolojik eğilimlerle birlikte ele alındığında ise bu bir nevi `steam punk' adlı alt kültüründe ilk başlangıcı sayılabilmektedir.

Tür, yüzyıldan eski olsa da adı birkaç onlu yıllardan bu yana, syber punk akımını takip eder. Nitekim bu türün kökeninde yatan hızlı sanayileşme sürecinde, Jules Verne, H.G. Wells gibi bazı hayal gücü yüksek yazarlar yer alır.

Bilimkurgu ikinci ana sıçramasını ise Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yapmıştır. Uçaklar ve nükleer araştırmacılar artık evrene açılabilmenin hayal değil, sadece zamanını bekleyen, olacak bir olay olduğunu ortaya çıkartınca, bilim kurgu da insanın özündeki en önemli soruya, yani dışarıda yalnız olup olmadığımıza ve uzayda neler olabileceğine odaklanmıştır.

Altmışlı yıllara geldiğimizde ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında atom bombası ve uzay teknolojilerindeki gelişim bilimkurguya yön vermeye başlamıştır. Bilimin temel aldığı bu türde, uzay çağı teması ise baç tacı olmuştur.

Uzaya yapılan seferler, farklı türlerle tanışmalar, aya ve diğer güneş sistemi gezegenlerine yolculukları gibi temalar, artık bilimin ışığında olmakta ve bilimkurguya da doğal olarak ışık tutmaktadır.

Altın Çağ olarak adlandırılan 50'li yıllarda, yılda binlerce kitap gibi inanılmaz sayılarda gelişen Rus bilimkurgusu tamamen teknik gelişmelerle paralel ilerleyerek, soğuk savaş etkisi ile uzaya açılmaktaydı.

Bu durum insan psikolojisi temelli yazıları ile Stalinslaw Lem ve Isaac Asimov tarafından değiştirilmiş ve topluma bakış açısı, insanlık kavramı ve robot insan ilişkileri temel alınan yeni yere doğru itilmiştir. Asimov'un “Üç Robotik Kuralı” ve Lem'in “Solaris”'i insan kavramının ne olduğunu sorgulayan aykırı yapıtlardan birisi durumundadır. Bu konuyla ilgili incelenmesi gereken yazarlardan biriside “Blade Runner” ile Philip K. Dick'tir.

Günümüze gelindiğinde ise bilim kurgunun bakış açısındaki tarihsel değişimini gözlemlemek zor bir olay değildir. Nitekim teknolojinin gelişmesi, buna bağlı olarak da filmlerde kullanılan görsel efektlerinde gerçek bir görüntüden ayırt edilemeyecek kadar başarılı bir şekilde uygulanması ile birlikte bilimkurguda tamamen farklılaşmaya uğramıştır.

Dolayısıyla uçan arabalar, gelecekteki binalar, zaman yolculuğu gibi belli başlı konu başlıkları birçoğumuzun dikkatini çekmektedir. Durum böyle olunca bunun farkında olan yapımcılarda boş durmayarak, filmlerde bu unsurlar üzerinde ağırlıklı olarak durmayı tercih etmişlerdir.

Gerçi şu bir gerçek ki bilim kurguyu, bilim kurgu yapanda aslında beslendiği alt metindir. Bütün bunlarda bir yana diyecek olursak eğer, türün filmlerini son 20 senelik periyot içinde iyi takip edenlerin çok iyi bildikleri gibi filmlerde gösterilen birçok şey artık günümüzde yavaş yavaş gerçek olmaya başlamıştır.

Geçmişten günümüze kadar gelip, adından sıkça bahsettiren bilimkurgu filmlerinin üzerinden buyrun hep birlikte geçelim. Bakalım süreç içerisinde neler izlemiş, nelere hayranlık beslemişiz...

Metropolis (1927): Avustralyalı - Alman yönetmen Fritz Lang'ın çektiği sessiz bilimkurgu filmidir. Fütüristik bir distopya ortamında geçen film, sık rastlanan bir bilimkurgu temasını anlatır.


Kapitalist bir düzende işçiler ile işverenler arasında yaşanan sosyal krizi anlatmaktadır. Alman dışavurumcu sinema akımının bir örneği olan film aslında ekspresyonist olarak başlayıp daha ılımlı bir şekilde biter.



Sürekli tekrarlanan “üreten eller ile planlayan beyin arasındaki aracı, kalp olmalıdır” cümlesi, Almanlara o dönemde korporatizmin, ne kadar yakın göründüğünü anlatmaktadır.

The Day The Earth Stood Still / Dünyanın Durduğu Gün (1951): Robert Wise'ın yönetmenliği üstlendiği “The Day The Earth Stood Stil” adlı filmde, savaş sonrası, soğuk savaş Amerika'sında uçan bir daire Washington DC'ye konar ve içinden humanoid Klaatu ile robotu Gort çıkar. Olaylar ise böylece gelişmeye başlar.


The Thing (1951): The Thing/ Şey, 1951 yapımı Christian Nyby filmi, The Thing from Another World'un yeniden yapımıdır. Ancak yeniden çekimde 1951 yapımına esin kaynağı olan John W. Campbell. Jr'ın yazdığı `Who Goes There?' romanına daha sadık kalındı.


Film, buzda donduktan sonra canlandırılan şekil değiştirebilen bir uzaylı yaratık hakkındadır. Yaratık Antartika'daki bir bilimsel araştırma istasyonuna sızar ve Norveçli araştırma ekibini öldürür. Yakınlardaki bir Amerikan araştırma ekibi olayı araştırır ve sırayla yaratığın saldırısına uğrarlar.

War of the Worlds/ Dünyalar Savaşı (1953): HG. Wells'in dünyanın Marslılar tarafından istilasını anlatan romanından uyarlanmış bir başka soğuk savaş çağı filmi…


Film seçkimizi War of the Worlds ile sonlandırıp, devamı için yarın yine bekleriz diyor ve keyifli bir gün geçirmenizi temenni ediyoruz...

Okudum, Bitti: Aklından Bir Sayı Tut! Tuttun mu

Ha bugün ha yarın derken nihayetinde okunmayı bekleyen bir kitabın kapağını daha an itibariyle kapatmış bulunmaktayım. Kitabın tuğla misali kalın olması veya olmaması benim için pek önem arzetmediği için bu da diğerlerinde olduğu gibi çabucak bitip, dolayısıyla kitaplıktaki yerini alıverdi işte.

Tabii bu kadar çok kitap okuyunca ne yalan söyleyeyim koyacak yer bulmada da acayip sıkıntı çekiyorum. Zira şimdiden 3 farklı şehirde eşgüdümlü olarak bulunmamdan dolayı kitaplığım bulunmakta. Bakalım oraları da doldurunca ne yapacağım :D

Aklından bir sayı tut... Evet, evet aklından bir sayı tut diyerek başlayan bir hikaye ve sonrasında cereyan eden olaylar zinciri...

Bir gün posta kutunuza göndereni belli olmayan bir mektup geldiğini farz edin. Mektupta sizden bir sayı tutmanız isteniyor. Sadece herhangi bir sayı... Sizden istenileni yapıp, zarfı açıyorsunuz. Ve o da ne? Parararammmmmmm... Aklınızdan tuttuğunuz sayı, açtığınız zarfın içindeki kağıtta yazıyor. Tabii gariplikler zinciri bununlada kalmıyor. Tuhaflıklar birbiri ardına devam ediyor. Sizce bu durum
şaşırtıcı bir tesadüf mü yoksa sizi çok iyi bilen birisinin kurnazca bir oyunu mu? Kararı siz verin....

PS 1: John Verdon, 25 ülkede yayımlann ve büyük yankı uyandıran gerilim dolu ilk romanı Aklından Bir Sayı Tut ile Agatha Cristie'nin yolunda gidiyor gibi geldi nedense..

İzledik, Eğlendik: Ölü Gelin...

Aslında aklımda başka bir film izlemek varken Tim Burton'u epeyce boşladığım düşüncesine kapılarak kendimi bilmem kaçıncı defa seyrettiğim "Ölü Gelin"i izlerken buldum. Tim Burton'a karşı bakış açınız nedir, ne değildir bilemiyorum ama ben adamın tarzına hayranım.

Bundan ötürüdür ki bıkmadan usanmadan filmlerini oturup, defalarca izleyebilirim. Bakınız Ölü Gelin'de olduğu gibi...

Kaldı ki bana göre modern sinemada Tim Burton ve Terry Gilliam'in yeri bambaşka. Zira her ikisi de kendilerine özgü masalsı yapılarıyla gün ışığına çıkıyorlar. Böyle söylememdeki ana etken aslında her ikisinin de toplumsal dertlerini, masalsı öğelerin içerisine yerleştirerek harmanladıkları projelerde var olmalarıdır...

Tim Burton malum, kendine özgü özelliklere sahip, nev-i şahsına münhasır bir yönetmen. Ölü Gelin'de o özellikleri taşıyan filmlerden sadece birisi.












Zaman ve mekan verilmemesine karşılık, 1800'lü yılların Hollandası diyebileceğimiz bir yerde, karanlık ve puslu sokaklarda geçen film, görücü usulüyle tanışıp çok sevdiği Victoria ile evlenmek üzere olan utangaç genç Victor ve onun evlilik yemini provası yaparken yanlışlıkla uyandırdığı Ölü Gelin'in öyküsüne odaklanıyor.












Victor Van Dort, kısa süre sonra güzel Victoria ile evlenecektir. Ancak genç adam kendini henüz evlenmeye hazır biri gibi hissetmez. Kendi kendine yüzük takma provası yaparken yüzüğü yanlışlıkla Ölü Gelin'in parmağına takıverir ve apar topar Ölüler Diyarı'na götürülür. Ölüler Diyarı'ndaki hayat ise yaşayanların dünyasının sıkıcılığından uzak ve çok daha eğlenceli bir yerdir. Yine de hiçbir şey Victor'un Victoria'ya kavuşmasına engel olamaz.













Bu filminde Tim Burton aslında Viktoryen dönemin demokrat ailelerindeki iletişimsizliğine gönderme yapıyor birazda. Evlerin içindeki yaşamları koyu mavi tonlarıyla resmederek bu dünyayı sıkıcı olarak gösteriyor. Tabiri caizse çerçeve tercihlerini de ona göre yapıyor.












Baş karakter olarak kullandığı Victor’u ise bu dünyanın sistemine karşı çıkan muhalif olarak resmediyor ve biriyle görücü usulü evlenecekken kaçtığını gösteriyor. Ve ardından ‘masalsı bir hareket’le onu ölüler (ötekiler) dünyasına sokuveriyor. Ya sonunda ne oluyor derseniz orasını da izleyip siz görün der, ardından da filmin güzel bir soundractıyla sizleri başbaşa bırakarak, köşeme çekilirim.

PS 1: Ölü gelinin kafasına vurduğunda çıkan kurtçuk, bizde kendi kafamıza vurduğumuzda hemen pırtt diye çıksa, bizi yormasa hiç fena olmaz hani...

PS 2: Korseli kıyafetlere animasyonda da olsa bayıldım . Bende istiyorum :D


[Extrait De Film] Piano Duet Corpse Bride ile cabral