Babam ve Ben


Bol ödüllü Fransız yazar Patrick Modiano ve Pıtırcık serisinin dünyaca ünlü çizeri Jean - Jacques Sempe, Paris'in nostaljik sokaklarından New York'un gökdelenlerle dolu geniş caddelerine uzanan sıcacık bir öyküde buluşturuyor bizi: Babam ve Ben.

Biraz yaramazlık, renkli hayaller ve bolca dans! Dünyaya bir çift gözlüğün ardından bakan kahramanımız Catherine, bu özelliğinden ötürü kendini bir hayli ayrıcalıklı hissediyor. O iki ayrı dünyayı keşfetmenin mucizesini yaşayan şanslı kişilerden. Gözlüklerini taktığında algıladığı gerçek dünya ile çıkardığında gördüğü tatlı, bulanık ve pürüzsüz dünya onu uçsuz bucaksız hayallere sürüklüyor. Üstüne üstlük bir rüyadaymışçasına dans ettiği bu hayal dünyasını babasıyla paylaşmak, Catherine'i her şeyden, hatta ileride annesi kadar iyi bir dansçı olma arzusundan bile daha çok mutlu ediyor.

Amerika'da yaşayan annesinden uzaktaki küçük bir kız çocuğunun "kahraman" babasıyla Paris'te geçirdiği çocukluk günleri, kimi zaman komik kimi zaman duygu yüklü anılarak dönüşüyor.

Gerçek dünya bir parça sıkıcı mı?
Merak ediyorsan eğer, Catherine'in peşine takıl, sen de dünyaya başka bir gözle bak.

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi...

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi! İtiraf etmeliyim ki daha önce hiç bu kadar uzun bir kitap ismi duymamıştım. Nitekim bu başlık İletişim Fakültelerinde ısrarla başlıkların kısa olmasını dikte eden birçok hocanın da tezine ters durumda. O halde neymiş? Uzun başlıkta bal gibi olabilirmiş, kalıplara sıkışıp kalmamak gerekirmiş. Açıkçası yazım diline dair en küçük bir fikrim bile olmayan Ayfer Tunç ile tanışmamda bu kitapla birlikte oldu. Ne yalan söyleyeyim, iyi ki olmuş. Zira başından sonunda kadar tek kelimeyle 'bayıldım'. Darısı yazarın diğer kitaplarını alıp, okumaya kaldı artık.

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, inanılmaz bir hızda seyreden, durmadan kendini çoğaltarak gelişen bir roman. Mekan ve zaman sınırı tanımayan; bir ucu 19. yüzyılda, bir ucu günümüzde, yazınsal bir Türkiye panoraması. Şaşırtıcı bir öykünün bittiğinin sanıldığı yerde, okuru olmadık bir öyküyle yeniden afallatan bir insan manzaraları kitabı. Yazar, Karadeniz'in küçük bir kentinde, denize sırtını dönmüş bir akıl hastanesinden yola çıkarak, akıllara durgunluk veren kişilerin  yaşam zincirlerinden müthiş eğlenceli bir roman örüyor.

Kitabı soluk soluğa okurken, Türkiye'nin bütün hallerini yaşayacak, belki de insanlığın ortak hikayesiyle yüzyüze geleceksiniz. Ayfer Tunç, sade ve akıcı dili, zekice kurgulanmış olaylar örgüsü ve zaman zaman da komik, acı yüklü ve trajik sonlarla bir sonraki hikayenin de başlangıcına davet çıkarıyor. 19. yy'dan günümüz Türkiye'sine köprüler kuran romanda, bir Anadolu kentinde başlayıp, karakterlerin izinde, İstanbul'dan Avrupa'ya, kimi zaman Kanada ve Amerika'ya kadar uzanan hikayeler yer alıyor.

Kitap, delilikle normallik arasındaki ince çizginin nasıl kolay aşılabileceğini, aslında normal olduğunu düşündüğümüz bencilliğin bu ince çizginin etrafında her an diğere tarafa geçmeye hazır olduğunu gösteriyor. İlginç karakterlerin yanısıra hastanede acemi mimarın tasarımından kaynaklanan eksik yanlarıyla engelli bir karakter gibi vücut buluyor.

Ne yalan söyleyeyim bu kadar karakteri birbirine ustalıkla bağlamak açıkçası öyle her yiğidin baba harcı değil. Böylesi bir zevkten mahrum kalmamak için bu nedenle siz, siz olun bir an önce bir Ayfer Tunç kitabı edinin derim. Emin olun pişman olmayacaksınız...

Can Dostum...

Esprili köşe yazarı W. Bruce Cameron'un 52 hafta boyunca New York Times Bestseller listesinde kalan ilk romanı Can Dostum ile tanışmam açıkçası bundan 5 ay önce Antalya'ya taşındığım döneme denk gelen ve arkadaşımın mutlaka okumalısın diyerek getirdiği kitap üzerine olmuştu. Farklı isimlerle birçok kez dünyaya gelen bir köpeğin gözünden insan hayatının en büyük sorularına cevap arayışı anlatılıyordu, kitapta!

Ben kimim, nereye gidiyorum ve niçin buradayım? Kulağa oldukça basit gelen ancak derinliği olan ve cevapları yalnızca sizde saklı soru kalıpları...

Köpeklerin dünyasına ve aklına kendince bir bakış açısı sunan Can Dostum'un ana karakteri, masum bir bakış açısına ve inandırıcı bir sese sahip olan Bailey. Kahramanımız hikaye süresince birçok yaşam sürüyor ve dört farklı isimle karşımıza çıkıyor. Bazen erken gelen bir ölüm, bazen dolu dolu yaşanmış mutlu bir yaşam sonrasında geliyor. Köpeğin ağzından içinize adeta işleyecek şekilde anlatılan bu duygusal hikaye, okuru ilk olarak bir kadın tarafından kurtarılan ve uyutulmak zorunda kalan oyunbaz dört küçük köpek yavrusundan biri "Toby" ile karşılıyor. Ardından ise Bailey isimli bir Golden Retriever olarak yeniden karşımıza çıkıyor ve Ethan adlı küçük bir çocuğun köpeği oluyor. Ethan büyüyüp üniversiteye gittiğinde ise yaşlanarak ölüyor. Sonrasında ise karşımıza Ellie ismindeki K-9 biriminin yıldız köpeği olarak çıkıyor.

Hayatının anlamını bulabilmek için her hayata gelişinde eski yaşamlarını da yanında taşıyan bu köpekle birlikte onun dünyasını ve öğrendiklerini görmek ise onu daha fazla sevme ve bağlanma imkanı tanıyor.

Animal Planet'ten Dina Zaphiris'inde dediği gibi "Elimden bırakamadım. Bitirdiğimde kısa süre önce ölmüş olan köpeğinin bu kitap aracılığıyla benimle konuştuğu hissine kapıldım." Aynen benim de olduğu gibi...

Üzümlü Kurabiyeyi Kim Yedi

 Bahar tüm coşkusuyla kenti etkisi altına almıştır. İçi içine sığmayan mırnavlardan Mırnoş ve Mırnış ikizler arkadaşlarını evlerine oyun oynamaya davet etmiştir. Sevimli kahramanımız Mızmız bu teklifi hiç kaçırır mı dersiniz? Peki, ama bu nazik davete giderken ne hediye götürmeli? Hmm, tabii ki üzümlü kurabiye! Ne de olsa kendi bayılıyor… 

Davet günü neşe içinde oynayıp şakalaşan mırnavlar, dinlenme vakti geldiğinde kendileri için hazırlanan ikindi sofrasında beş farklı çeşit kurabiye görünce biraz şaşırırlar. Acaba önce hangisini yemeli? Eyvah, Mızmız Mırnav karar verene kadar bütün tabaklar boşalacak mı yoksa!

Uluslararası Çocuk Kitapları Kurulu (IBBY), 2006 onur listesinde yer alan ve 2008 yılında Hans Christian Andersen Ödülü’ne aday gösterilen usta yazar Ayla Çınaroğlu ile “Renklerin Hâkimi” Mustafa Delioğlu’ndan paylaşım, oyun, arkadaşlık ve kararsızlık temaları üzerine sımsıcak bir öykü…

V. Murad

Son zamanlarda senaristlerin beslendikleri yegane şey malum Osmanlı Tarihi'nin geniş ve bir o kadar da köklü geçmişi! Hemen her kanalda Osmanlı'dan yola çıkılarak yapılmış bir dizi bulmak geride bıraktığımız birkaç senelik dilim içerisinde emin olun hiç de zor değil. Daha düne kadar birçok kişinin ilgisini çekmeyen köklü geçmişimiz edebiyat uyarlamaları, dizi furyaları ve daha niceleriyle birçok kişinin odak noktası haline gelmeyi çoktan başardı bile...

Aslına bakarsanız iyi de oldu!

Zira geçmişini araştırmak bir yana, okumamak adına türlü türlü bahanelerin ardına sığınmayı seven bir toplum olduğumuzu düşünecek olursak eğer, bu tür eserlerin çoğalmasını bilgilenmek ve bilgilendirmek adına (her ne kadar birçok sahne uyarlama olsa da) yararlı gördüğümü söylemeden edemeyeceğim.

Nitekim edebiyat dünyasıyla başlayan bu furya sırasıyla dizi sektörü, tiyatro ve son olarak da bale ile v'uku bulunmuş durumda ki, bu bile epeyce yol katettiğimizin bariz göstergesi bana göre...

Antalya'ya taşındığımdan beri her fırsatta dile getirdiğimiz halde bir türlü fırsat bulup da gidemediğimiz Antalya Devlet Opera ve Balesi'nin sahnelediği eserlerden V. Murad için arkadaşımla sözleşip, günün olanca yorgunluğunu bir kenara bırakıp, anlayacağınız yollara düştük.

Heyecanlı bir bekleyiş sonrasında gösteri başladı ve biz deyim yerindeyse koltuklarımıza çakılmış bir şekilde sadece hayran dolu bakışlarla kalakaldık.

Gözlerimiz sahneyi tararken, beynimiz kimbilir kaç kareyi çekip, belleğine atmıştı bile...

Antalya Devlet Opera ve Balesi'nin Şubat ayında prömiyerini gerçekleştirip, 4 Mart'ta da son temsilini yaptığı V. Murad balesi, beni deyim yerindeyse can evimden vurup, geçti.

Dekor ve kostümlerini Savaş Camgöz'ün hazırladığı eser, 21 Eylül 1890'da eski padişah V. Murad'ın 50. yaş gününde Çırağan Sarayı'ndaki odasında gördüğü rüya ile başlıyor.

Kendini Eyüp'teki geleneksel kılıç kuşanma töreninde gören, aslında 93 günlük kısa bir saltanat sürdüğü için bu töreni hç gerçekleştiremeyen padişah, töreni zihninde canlandırıyor. V. Murad'ın şuurunun derinliklerinde benliğiyle olan çatışmasını gözler önüne koyan yapıtta, sarayın görkemli ortamı da sahneye getiriliyor.

Öyle ki saltanat kayığının da yer aldığı yapıtta dervişlerin mavi ton altındaki dansı sırasında elleri üzerinde yükselen padişah, kendi çektiği çileyi onların aşkla beslenen çilesiyle özdeşleştiriyor. Bu sahnede görsel şölen Sultan Murad'ın notaları eşliğinde doruğa çıkarken yapıt padişahın benliğiyle yaşadığı yeni bir çatışma ve eser boyunca yaşananların rüya olduğunun görülmesiyle sona eriyor.

2013 yılı Donizetti Klasik Müzik Ödülleri'nde En İyi Bale - Dans Yapımı ve En İyi Koreografi alanında iki ödül birden kazanan böylesi bir eseri tam da temsilinin son gününde yakalayıp, izleyebilme şansını yakaladığım için ne yalan söyleyeyim çok mutluyum.