Esprili köşe yazarı W. Bruce Cameron'un 52 hafta boyunca New York Times Bestseller listesinde kalan ilk romanı Can Dostum ile tanışmam açıkçası bundan 5 ay önce Antalya'ya taşındığım döneme denk gelen ve arkadaşımın mutlaka okumalısın diyerek getirdiği kitap üzerine olmuştu. Farklı isimlerle birçok kez dünyaya gelen bir köpeğin gözünden insan hayatının en büyük sorularına cevap arayışı anlatılıyordu, kitapta!
Ben kimim, nereye gidiyorum ve niçin buradayım? Kulağa oldukça basit gelen ancak derinliği olan ve cevapları yalnızca sizde saklı soru kalıpları...
Köpeklerin dünyasına ve aklına kendince bir bakış açısı sunan Can Dostum'un ana karakteri, masum bir bakış açısına ve inandırıcı bir sese sahip olan Bailey. Kahramanımız hikaye süresince birçok yaşam sürüyor ve dört farklı isimle karşımıza çıkıyor. Bazen erken gelen bir ölüm, bazen dolu dolu yaşanmış mutlu bir yaşam sonrasında geliyor. Köpeğin ağzından içinize adeta işleyecek şekilde anlatılan bu duygusal hikaye, okuru ilk olarak bir kadın tarafından kurtarılan ve uyutulmak zorunda kalan oyunbaz dört küçük köpek yavrusundan biri "Toby" ile karşılıyor. Ardından ise Bailey isimli bir Golden Retriever olarak yeniden karşımıza çıkıyor ve Ethan adlı küçük bir çocuğun köpeği oluyor. Ethan büyüyüp üniversiteye gittiğinde ise yaşlanarak ölüyor. Sonrasında ise karşımıza Ellie ismindeki K-9 biriminin yıldız köpeği olarak çıkıyor.
Hayatının anlamını bulabilmek için her hayata gelişinde eski yaşamlarını da yanında taşıyan bu köpekle birlikte onun dünyasını ve öğrendiklerini görmek ise onu daha fazla sevme ve bağlanma imkanı tanıyor.
Animal Planet'ten Dina Zaphiris'inde dediği gibi "Elimden bırakamadım. Bitirdiğimde kısa süre önce ölmüş olan köpeğinin bu kitap aracılığıyla benimle konuştuğu hissine kapıldım." Aynen benim de olduğu gibi...
Bahar
tüm coşkusuyla kenti etkisi altına almıştır. İçi içine sığmayan
mırnavlardan Mırnoş ve Mırnış ikizler arkadaşlarını evlerine oyun
oynamaya davet etmiştir. Sevimli kahramanımız Mızmız bu teklifi hiç
kaçırır mı dersiniz? Peki, ama bu nazik davete giderken ne hediye
götürmeli? Hmm, tabii ki üzümlü kurabiye! Ne de olsa kendi bayılıyor…
Davet günü neşe içinde oynayıp şakalaşan mırnavlar, dinlenme vakti
geldiğinde kendileri için hazırlanan ikindi sofrasında beş farklı çeşit
kurabiye görünce biraz şaşırırlar. Acaba önce hangisini yemeli? Eyvah,
Mızmız Mırnav karar verene kadar bütün tabaklar boşalacak mı yoksa!
Uluslararası Çocuk Kitapları Kurulu (IBBY), 2006 onur listesinde yer
alan ve 2008 yılında Hans Christian Andersen Ödülü’ne aday gösterilen
usta yazar Ayla Çınaroğlu ile “Renklerin Hâkimi” Mustafa Delioğlu’ndan
paylaşım, oyun, arkadaşlık ve kararsızlık temaları üzerine sımsıcak bir
öykü…
Son zamanlarda senaristlerin beslendikleri yegane şey malum Osmanlı Tarihi'nin geniş ve bir o kadar da köklü geçmişi! Hemen her kanalda Osmanlı'dan yola çıkılarak yapılmış bir dizi bulmak geride bıraktığımız birkaç senelik dilim içerisinde emin olun hiç de zor değil. Daha düne kadar birçok kişinin ilgisini çekmeyen köklü geçmişimiz edebiyat uyarlamaları, dizi furyaları ve daha niceleriyle birçok kişinin odak noktası haline gelmeyi çoktan başardı bile...
Aslına bakarsanız iyi de oldu!
Zira geçmişini araştırmak bir yana, okumamak adına türlü türlü bahanelerin ardına sığınmayı seven bir toplum olduğumuzu düşünecek olursak eğer, bu tür eserlerin çoğalmasını bilgilenmek ve bilgilendirmek adına (her ne kadar birçok sahne uyarlama olsa da) yararlı gördüğümü söylemeden edemeyeceğim.
Nitekim edebiyat dünyasıyla başlayan bu furya sırasıyla dizi sektörü, tiyatro ve son olarak da bale ile v'uku bulunmuş durumda ki, bu bile epeyce yol katettiğimizin bariz göstergesi bana göre...
Antalya'ya taşındığımdan beri her fırsatta dile getirdiğimiz halde bir türlü fırsat bulup da gidemediğimiz Antalya Devlet Opera ve Balesi'nin sahnelediği eserlerden V. Murad için arkadaşımla sözleşip, günün olanca yorgunluğunu bir kenara bırakıp, anlayacağınız yollara düştük.
Heyecanlı bir bekleyiş sonrasında gösteri başladı ve biz deyim yerindeyse koltuklarımıza çakılmış bir şekilde sadece hayran dolu bakışlarla kalakaldık.
Gözlerimiz sahneyi tararken, beynimiz kimbilir kaç kareyi çekip, belleğine atmıştı bile...
Antalya Devlet Opera ve Balesi'nin Şubat ayında prömiyerini gerçekleştirip, 4 Mart'ta da son temsilini yaptığı V. Murad balesi, beni deyim yerindeyse can evimden vurup, geçti.
Dekor ve kostümlerini Savaş Camgöz'ün hazırladığı eser, 21 Eylül 1890'da eski padişah V. Murad'ın 50. yaş gününde Çırağan Sarayı'ndaki odasında gördüğü rüya ile başlıyor.
Kendini Eyüp'teki geleneksel kılıç kuşanma töreninde gören, aslında 93 günlük kısa bir saltanat sürdüğü için bu töreni hç gerçekleştiremeyen padişah, töreni zihninde canlandırıyor. V. Murad'ın şuurunun derinliklerinde benliğiyle olan çatışmasını gözler önüne koyan yapıtta, sarayın görkemli ortamı da sahneye getiriliyor.
Öyle ki saltanat kayığının da yer aldığı yapıtta dervişlerin mavi ton altındaki dansı sırasında elleri üzerinde yükselen padişah, kendi çektiği çileyi onların aşkla beslenen çilesiyle özdeşleştiriyor. Bu sahnede görsel şölen Sultan Murad'ın notaları eşliğinde doruğa çıkarken yapıt padişahın benliğiyle yaşadığı yeni bir çatışma ve eser boyunca yaşananların rüya olduğunun görülmesiyle sona eriyor.
2013 yılı Donizetti Klasik Müzik Ödülleri'nde En İyi Bale - Dans Yapımı ve En İyi Koreografi alanında iki ödül birden kazanan böylesi bir eseri tam da temsilinin son gününde yakalayıp, izleyebilme şansını yakaladığım için ne yalan söyleyeyim çok mutluyum.
Bazı kitaplar vardır ya hani sadece başlığı bile ilginizi 5 metre öteden çeker ve size bir an için Woww dedirtir.
Sanatçının Yolu'da işte o kitaplardan sadece bir tanesiydi benim için...
Normal şartlarda gerek kitap tasarımıyla gerekse tür itibariyle alıp da okuyacağım bir kitap olmamasına rağmen sırf başlığına duyduğum hayranlıktan dolayı aldığım, sonrasında da bir çırpıda okuyup, bitirdiğim kitaplardan biriydi Sanatçının Yolu...
Kitap ile ilişkim ise deyim yerindeyse ismin yalın halinden, - den haline geçiş sürecindeki kadar hızlı olmuştu benim için...
Zira yazarın ustaca kullandığı anekdotlar, dimağımdaki yer etme sürecini iyice hızlandırmış ve ulvi görevini tamamlamış olmanın verdiği mutlulukla bir köşede hoş bir seda eylemine dönüşüvermişti.
Kişi, kendini adadığı anda Tanrı olaya katılır diyordu Julia Cameron...
Çünkü eylem kendi içinde büyü, lütuf ve güç barındırır diye de devam ediyordu satırlarının birinde...
Düşünüyorum da aslında hepimizin gündelik yaşamda bildiği ancak uygulamada sıkıntı yaşadığı temel sorunlardan biriydi bu...
İstemek!
Ama herşeyden önemlisi de inanarak istemek!
Zira insanoğlu bana göre en çok problemi isterken yaşıyor!
Çünkü bizler çoğu zaman elimizdeki gücün farkında bile değiliz, çünkü bizler tek kelimeyle istemeyi bilmiyoruz.
Kaldı ki yaratıcılık inanç gerektirir. İnanç ise kontrolü bırakmamızı ister. Yaratıcılığımıza gösterdiğimiz direnç nefsi yıkmanın bir biçimidir. Çünkü o noktada kendi önümüze engeller koyan aslında yine biz oluruz. Peki neden bunu yapıyoruz? Kontrol yanılgısını sürdürmek için...
Zira unutulmaması gerekir ki bunalım; öfke ve endişe gibi bir dirençtir ve hastalık yaratır. Bu da kendini miskinlik, kafa karışıklığı ve 'bilmem...' ile göstermeye başlar. Oysa ki gerçek şudur. Herşeyi biliyoruz, bildiğimizi bile...
Ne dersiniz, yanılıyor muyum yoksa?
Unutmayın ki;
"Her çocuk bir sanatçıdır. Sorun, büyüdükten sonra da sanatçı olarak kalabilmektir. Pablo Picasso"
2013'ü bitireli, 2014'den de tabir-i caizse ay alalı onca zaman olmuş olmasına rağmen bloguma tek bir satır bile yazamadım, iyi mi?
Yazamadım, çünkü vakit sıkıntısı yaşıyordum.
Yazamadım, çünkü 2013 itibariyle yeni başlangıçlara merhaba demek durumunda kaldım.
Kah isteyerek, kah istemeyerek...
Ne umdum ne buldum misali kendimi bir anda Antalya'da buluverdim.
Ev, ardından eşya, ardından tamirat - tadilat işleri derken onca zaman iş ve ev arasında debelenip durdum.
Ardı sıra peşimi bırakmayan terslikler, hoş olmayan şeylerle hiç haketmediğim halde karşılaşmam da cabası...
Ama ne var ki hepsi geldi ve geçti...
Şimdi omzumun üzerinden geride bıraktıklarıma bir bakıyorum da pehh bunlarda sıkıntı mıymış deyip, gülümsüyorum.
Daha dün ağladığım, üzüldüğüm, beni inciten söz öbekleri veya eylemler artık umrumda bile değil!
Kaldı ki artık düzenimi de ufaktan ufaktan oturtmaya başladığıma göre eski tempoma hızla geri dönebilirim demektir.
Bu nedenle tamamen teknik bir nedenden dolayı ayrı kalmak durumunda kaldığımız blog güncesine kaldığımız yerden devam edeceğimi bildirir, hepinize karakterinin peşine takılıp gideceğiniz bol macera ve edebiyat dolu günler dilerim...
Not: Yukarıda görmüş olduğunuz 2 meraklı pisi yerleşme sürecinden sonra 'aaa gördün mü bak evin dekorasyonunu böyle yapmış, biz de mi yapsak acaba diye kendi aralarında konuşup, meraklı gözlerle evimi röntgenleyen ilk konuklar :))