Yahudi Dükkanı

Blogum aracılığıyla sizlerle paylaştığım bu kitabı planlarıma göre daha önceden tanıtma gibi bir düşüncem olmuş olsa da ülkemizde yaşanan olaylardan dolayı yazma işlemini ancak bugün itibariyle gerçekleştirebiliyorum.  Bu gecikmeden dolayı lütfen kusuruma bakmayın demeyi de ihmal etmiyorum tabii.  

Kitabımızın ismi Yahudi Dükkanı… Adını daha önce duymuş muydunuz bilemiyorum ama bir kitap alışverişi sırasında öncelikle isminin, ardından ise kapak tanıtım yazısının ilgimi fazlasıyla çekmiş olmasından dolayı dayanamayıp aldığım kitaplardan birisiydi bu kitap.

Kitabın içeriğine tam girmeden önce Yahudilere dair şu detayı, ön bilgi mahiyetinde vermekte yarar görüyorum açıkçası.

Çeşitli kaynaklarda Yahudiler için yüzyıllarca oradan oraya sürüklendikleri ve çektikleri eziyetlerden sonra da vahşice öldürüldükleri yazar. Ne kadar doğru, ne kadar yanlış bilemem tabii ki… 

Ancak yüzyıllar süren sürgün hayatları boyunca Yahudiler’de ister istemez kendileri için bir koruma mekanizması geliştirmişlerdir. Zaman içinde de dünyanın çeşitli yerlerine dağılıp, mevcudiyetlerini sürdürmek adına gizli bir örgütlenme içine girişmişlerdir. Zeki olanları bulunduğu yerlerde yönetim kademesine yakın yerlerde bulunurken, ticaretle uğraşanlarda kısa sürece zengin olmuşlardır zaten.

Dolayısıyla geçmişin acı tecrübelerini her zaman hatırlarında tutup, mevcudiyetlerini sürdürmek adına daima güçlü olabilmenin yollarını da arayıp, durmuşlar her zaman.

Kitabın arka kapağında “Gerçek bir kelepir arıyorsan, hayatı kazanırken yaşamalısın,” sözüyle karşı karşıya kaldığımda açıkçası aklıma ilk gelen Yahudilerin bu zamana kadar çektikleri sıkıntılar oldu.
Vay be dedim kendi kendime, bilmediğimiz yada daha önce yüzeysel bir şekilde duyduğumuz ama bir şekilde boşvermişlik içerisinde oralı olmadığımız ne hikayeler varmış.  

Tanıtım yazısına hızla göz gezdirdikten sonra sayfaları hızla çevirmek suretiyle kendimi bir anda hikayenin içerisinde buluverdim. Ne yalan söyleyeyim benim için film tadında olan kitaplardan birisi oldu Yahudi Dükkanı…

İnsanın doğup büyüdüğü, alıştığı topraklardan göç etmesi ve toplum içinde azınlık olarak hayatını sürdürmesi belki de başa gelebilecek en büyük zorluklardan biri. Çünkü türlü engellerle kabul görme mücadelesini de beraberinde getirir bu durum. Tıpkı daha iyi bir yaşam rüyasını gerçeğe dönüştürmek için yollara çıkan Bransonların göze alabildikleri gibi…


Publisher Weekly’nin de dediği gibi Yahudi Dükkanı, kimi zaman yürek burkan, kimi zaman da tebessüm ettiren bir ailenin anılarının gün yüzüne çıkarılmasıdır. Umutların, yenilgilerin, zaferlerin bir arada olduğu bu hikaye, hayatı olduğu gibi kabul ederken, bir yanımızın da umuda tutunması gerektiğini bizlere hatırlatmadan edemiyor.

Lütfen Bizi Yalnızlığa Terketmeyin!

Yorucu geçen bir yolculuğun ardından, denizin kıyıya vuran dalgalarının ninni gibi geldiği serin bir yaz akşamında uykuya dalmışım.
Gözlerimi açtığımda bilmediğim bir yerdeydim.
Şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken bir anda yanımdaki sesle irkiliverdim. Oldukça iri ve uzun bir adam bana Prokonnesos kentine hoş geldin diyordu.
Prokonnesos mu? Orası da neresi, biz nerdeyiz, siz kimsiniz sorularını sıralayıvermiştim bir çırpıda.
Yanımda duran dev adam sabırla sorularıma cevap veriyordu. Antik Çağ dönemindesin çocuk. Adımızı daha önce duyduğunu sanmıyorum. Yolunu kaybettiğin de çok belli zaten. Her nereden geliyorsan taa Miletoslulara kadar gelmeyi başardın, haberin olsun.

Ben hala Miletos, Prokonnesos diyerek kendi kendime mırıldanıyordum.
Ama nasıl? Nasıl olurda o kadar yolu hiçbir engele takılmadan bir çırpıda geçip buraya kadar gelebilmiştim?
Paralel evren dedikleri şey bu muydu yoksa?
Yok, yok ihtimal vermem. Bunun adı bambaşka bir şeydi çünkü.
Büyükçe bir mermer parçasının üzerinde yanıma oturmuştu büyük dev adam. Hiç beklenmeyecek duygusallıkla bu kent bir deniz ticaret kolonisi olarak kuruldu, demişti. Adaya ismini veren de işte bu kolonidir.

O sırada sanki bir şey olmuştu. Sahneler değişmiş, oyuna yeni karakterler eklenmişti. Kalın bacaklarını saran toprak rengi deri şortu ile başka iri bir adam elindeki kılıcını savurarak bana doğru geliyordu. Boynunda büyükçe bir haç vardı. Biz dedi, biz Hristiyanlar Romalılar tarafından buraya sürgüne gönderildik.


Görüntüler akıp giderken, sesler birbirine karıştı. Artık bir şey duyulmuyordu.
Gözlerimi açtığımda gün yeni ışımaya başlamıştı. Hiç bilmezdim ki rüyamda anlattığım bu dev adamlarla Marmara Adası’na bağlı Saraylar Beldesi’ndeki açık hava müzesinde karşılaşacağımı. Oysa ki onlar tüm haşmetiyle yalnızlığa terkedilmiş açık hava müzesinde beni bekliyorlardı.

Türkiye’nin çoğu yöreleri gibi Marmara Adası da açıkçası buram buram tarih kokan yerlerden birisi. Ada üzerindeki az da olsa tarihsel kalıntılar ve çeşitli arşiv belgeleri bu adanın geçen yüzyıllar boyunca çeşitli ulus ve kültürleri bağrında barındırdığını da ortaya koyuyor.  

Tarihsel ve ilahi bir yazgıyla ve yine kendilerine ayrılmış zaman dilimleri içerisinde kimler gelip, kimler geçmemiş ki bu adadan! Yunanlılar, Bizanslılar ve nihayetinde çeşitli Türk soyları.


Sadece adanın ismi üzerinde yapılan çok küçük bir araştırma bile ada üzerinden gelmiş geçmiş ulus ve kültürler hakkında bizlere geniş bilgiler veriyor. Yunanca ‘Geyik Adası’ anlamına gelen Elafonesos , MÖ 6. Yüzyılın sonuna doğru Prokonnesos adını almış. Ardından Bizanslıların gelmesiyle burasının isminde de doğal olarak değişiklikler olmuş. Proikos/Deyiz kökünden türeyerek Proikonnisos’a oradan da Palatia’ya dönüşmüş. En sonunda da Saraylar olarak nam salmış.

Bir rivayete göre Bizans İmparatoru’nun kızı amansız bir hastalığa yakalanır. Hükümdar kızını hava değişikliği için Marmara Denizi kıyılarında bir geziye götürür. Açık denizde büyük bir fırtınaya yakalanırlar ve Proconnesos’a sığınırlar. Bir süre havanın sakinleşmesini beklerler. Adanın havası, beslenme koşulları imparatorun kızına çok iyi gelir. Öyle ki kızının amansız denen hastalığının iyileştiğini gören imparator mutlu olur. Geri dönerler ama burayı da asla unutmazlar. Bir süre sonrada buraya büyük bir saray yaptırırlar.


Bizans imparatorunun kızı için yaptırdığı bu saraydan dolayı o tarihten sonra burası da Palatia diye anılır.
Açıkçası Saraylar Köyü’ne mermer ihracatı için bir liman ve mendirek yapımı sırasında köyün batısındaki vadide, Roma çağına ait bir nekropolis yani mezarlığın ortaya çıkmasıyla başlayan çalışmalar Dr. Asgari ve Nur Nirven’in harekete geçmesini sağlamış.

Nitekim burada araştırmalar yapan Dr. Asgari, özrü dolayısıyla işlenmesi yarım kalmış ve ocak içinde terk edilmiş birçok antik eseri toplayarak Saraylar Köyü’ndeki tarihi mermer işçiliğini gösteren bir Açıkhava müzesi kurarak, tarihi kalıntıları bir arada toplamış.

Buraya kadar gayet güzel bir şekilde işleyiş tamamlanmış. Fakat sonraki aşama ne yazık ki düşünülmemiş. Adım attığınız her yerde bir tarihle karşılaşma ihtimalinizin yüksek olduğu bu belde de bu tarihsel abideler adeta yalnızlığa terkedilmiş.


Düşünün ki bu açık hava müzesinde M. Ö bilmem kaçıncı yüzyıldan çalışmalar sergileniyor ancak doğru düzgün bir kapısı dahi yok. Devamlı duran bir bekçisi hiç yok. Giriş çıkış saatleri ise keyfe keder bir süreçte işliyor.

Böylesi doğa güzelliklerine ve tarihe sahip olan bir yerin bu denli sahipsiz kalması, açıkçası insanı büyük bir hayal kırıklığına uğratıyor. Tanıtımının yapılarak, tarihe aşık olan kişilerin buraya çekilmemesi de cabası.

Gerek valilik gerekse de Kültür Bakanlığı’nın bir an önce burayı programlarına alıp, alacakları önlemlerle acil olarak bu doğal mirası korumaları gerekmektedir. Böylesi bir tarih yalnızlıkla başbaşa kalmayı hiçbir suretle hak etmiyor çünkü…

Bu Blog da Direniş Var...


Kitaplarımla olan ilişkime şimdilik kısa bir ara veriyorum. Kitabım her daim çantamda, fırsat buldukça okumaya devam edeceğim. Kardeşçe ve huzur içerisinde yaşayacağımız aydınlık günlerin en kısa zamanda gelmesi dileğiyle...

Başka Gezegenin Çocukları...

Çizgi roman dünyasının yetenekli yaratıcıları Nykko, Bannister ve Jaffré’den, içindeki yaramaz çocuğun sesine kulak veren her yaştan okurun büyük keyif alarak okuyacağı yepyeni bir çizgi roman dizisi: Başka Gezegenin Çocukları.

Sürükleyici öyküsü ve gerçekçi çizimleriyle “yaşayan” bir çizgi roman deneyimi sunan Başka Gezegenin Çocukları, sizi bambaşka dünyalarda gezintiye çıkarırken, önyargılarınızdan sıyrılarak özgürleşmenizi sağlayacak; hüznü ve neşeyi bir arada tutarken, sizi kendi büyülü dünyasının içine alacak.

Geçit, Gölgeler ve Gölgelerin Efendisi isimli üç değişik macera 144 sayfalık tek bir kitapta buluşuyor!

Noé, Théo ve Maxime, okul dönüşünde uğradıkları mezarlığın duvarına oturup gizemlerle dolu Gab Baba’nın cenaze törenini seyrederken, birkaç saat sonra başlarına gelecek garip olayları hayal bile edemezlerdi.

Rebecca isimli esrarengiz ve tatlı üvey torunu, üç kafadarın hayatını değiştirecekti...

Kahramanlarımız, Gab Baba’nın hayaletli olarak anılan korkutucu evine girmek için sabırsızlanıyorlardır. İçlerindeki bu merakı daha fazla bastıramayan çocuklar, soluğu yeni arkadaş oldukları Rebecca’yı da yanlarına alarak Gab Baba’nın evinde alırlar. Ama evdeki kimliği belirsiz gizemli gölgelerin bu davetsiz misafirler için bazı küçük sürprizleri olacaktır…

Gab Baba’nın göz kamaştıran kütüphanesinin tam ortasında, üzeri çarşafla örtülü dev bir makine yer almaktadır. Adeta bir film projeksiyon makinesini andıran bu esrarengiz nesnenin, Gab Baba’nın kütüphanesinde ne işi vardır? Evin genelinde yaşanan gizemli olayların bu sıra dışı makine ile nasıl bir ilişkisi olabilir?..

Meraklarına yenik düşen dört kafadarımız, bu aletin de yardımıyla, kendilerini bambaşka bir gezegene doğru, bilinmeyenlerle dolu bir yolculukta bulurlar. Evlerinden çok çok uzakta, ait olduğumuz dünyaya bir daha geri dönememe tehlikesi ile karşı karşıya kaldıkları bu serüvende onları gerçeküstü pek çok olay beklemektedir. En zorlusu ise “Gölgelerin Efendisi” ile giriştikleri zorlu mücadele olacaktır…

Başka Gezegenin Çocukları, gerçeklik olgusunu, espriyi ve yer yer hüznü bir arada tutan fantastik öyküsü ve çizimleriyle hayal dünyasının sınırlarını zorlamayı seven okurlara heyecan dolu bir maceranın kapılarını aralıyor.

Kumdan Salıncak...

Ürkütücü ve gizemli olayları mizahla harmanlayarak, kendine özgü bir edebiyat tarzı yaratan Hanzade Servi'den, ağırlaşan sırların, sessizliğe gömülmüş acıların, keşke ben de aralarında olsaydım diyeceğiniz türden yakın dostlukların ve yıllardır hiç dağılmadan duran bir kum yığının yürek burkan hikayesi: Kumdan Salıncak...

Kumdan bir salıncak ve her sallanışında uçuşup giden kum taneleri ile birlikte yavaş yavaş yok olup sonsuzluğa karışan küçük bir kız...

Öyküleri ve romanlarıyla büyük bir okur kitlesi yakalayan Hanzade Servi, terk edilmiş bir oteli merkez aldığı Kumdan Salıncak adlı kitabında, önemli bir soru üzerine düşünmeye yönlendiriyor okurlarını: "Bir kitap, kaderi değiştirebilir mi?"

Yazara göre eğer kum taneciklerinin sonsuzluğa taşıdığı yalnız bir kızın hazin öyküsünü okuyan iki kardeşin değiştirmeyi başardıysa bu düşünce mümkün olabilir. Ancak yine de buna inanıp, inanmamak sizin elinizde. İyi mi bu gerçeği keşfetmek için yazarın büyük bir ustalıkla üzerini örttüğü sırların bir bir açığa çıkmasını bekleyelim...

Sırlar her zaman çekicidir. İnsan her ne kadar sakladığı gerçeklerin bir gün su yüzüne çıkacağından korksa da sırlarından asla vazgeçmez. Oysa saklanan şeylerin en sevdiği oyun, bir gün ortaya çıkmaktır. Peki, bir kum yığını, içindeki sırları ne kadar tutabilir?

Anadolu'nun küçük bir kasabasında kaderine terk edilmiş Salkımsöğüt Oteli, geçmişte yaşadığı görkemli günlere inat, dimdik ayakta durmaya çalışırken, boş koridorları Kartal, Yaşın ve Örsay adındaki üç yakın arkadaşın ayak sesleri ile yankılanıyor.

Yaşın'ın, odalardan birinde yer alan gizli bir oyukta bulduğu 8 yaşındaki işitme engelli küçük biz kızın günlüğü, peşi sıra gelecek gizemli olayların istemeden de olsa açığa çıkmasına ön ayak oluyor.

1963 yılında kaleme alınmış bu günlük, içerisinde iki farklı ailenin hayatını alt üst eden ve yazgısını değiştiren pek çok sır barındırıyor. Küçük dilsiz bir kızın yıllarca gizlediği hazinesini gün ışığına çıkarmanın heyecanı içerisindeki Yaşın, kendini tutamayarak, günlüğü okuyor. Üstelik, günlükte yazılanların kendi anne babasının geçmişi ile kesişen yakınlığını hiç tahmin etmeden...

Okurlar, günlüğün sahibinin gizli hazinesini bırakıp, nereye gitmiş olabileceği üzerine kafa yorarken, başka bir şehirde Yıldız adında dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen bir kız çocuğu doğum gününü kutlamaya hazırlanıyor.

Kendisinin davet etmediği misafirler nedeniyle doğum günü partisi berbat olmaya yüz tutmuşken, Salkımsöğüt Oteli'nin gizleri de bir bir açığa çıkmaya başlıyor. Aslında gerçek şu ki, Anadolu'daki bir kasabada ıssızlığa mahkum edilmiş bir otelle, şehirli zengin bir ailenin güzel malikanelerinde yaşanan olaylar, birbirlerine çok uzak görünseler de bir günlüğün sayfalarında yazan gerçekler kadar yakınlar...

Salkımsöğüt Oteli, karanlık geçmişine kalın bir sünger çekip, eski misafirlerini ağırlamak için gün sayıyor: Zamansız ölümlere, vazgeçişlere, hayal kırıklıklarına, büyük aşklara, ayrılıklara, güçlü dostluklara ve asla unutulmayacak kötü anıların bile engelleyemediği umut dolu gelecek düşlere ev sahipliği yapan bu gizemli otel sizleri çağırıyor.

Bu kitabı okuduktan sonra, kum yığınlarının yanından öylece geçip, gidemeyeceksiniz...