Otellerde okunduktan sonra turistler tarafından bırakılan İngilizce, Rusça, Almanca, Fransızca ve Felemenkçe kitaplar, bir kitabevi tarafından toplanarak turistlere bir liradan satışa sunuluyor. Nasıl yani demeyin? Çünkü 1 liradan da pek ala kitaplar satılabiliyor.
Tatil amaçlı ilçeye gelen turistler, ülkelerinden okumak için getirdikleri kitapların yüzde 60'ını kaldıkları otellerin odasında bırakmayı tercih ediyor. Antalya'nın Manavgat ilçesindeki bir kitabevi otellerden ve yerleşik yabancılardan topladığı kitapları 1 liradan satışa sunuyor. Böylece hem otel odalarında unutulmuş kitapları değerlendiriyor hem de okuma alışkanlığının kazanılmasında ön ayak oluyor. Bu arada laf aramızda bir sene içerisinde yaklaşık 10 bin kitabı toplamayı başaran kitapçının müdavimlerini ise ağırlıklı olarak Almanlar oluşturuyormuş, benden söylemesi...
Albert Camus denilince edebiyat alanında ilk akla gelen eserlerden bir tanesi elbette ki 1942 yılında yayınlanan Yabancı'dır. Yabancı da ayrıksı bir bireyin toplumdaki yargılanışı ve bu yargılanma sonunda da kendisini sorgulayış anlatılır.
Aslında romanın ana temasında hayata, eylemlere, duygulara, çevreye, beklentilere ve insanın kendisine yabancılaşması ele alınır. Romanın ana karakteri olan Mersault ise gözlemciliğinin yanı sıra kimi zaman umursamaz kimi zaman kabullenmiş, hayatta derinlik aramayan, ayrıksı ve kendini dış hayattan soyutlamış bir karakterdir. Kendisinden uzaklaşmış bir bireyken, ölüme yaklaştıkça kendine karşı farkındalığı da artmıştır.
Romanın başında malum ana karakter Mersault'un annesinin vefat ettiğini görürüz. Mersault annesinin cenazesine gitmiş olmasına rağmen geri döndüğünde ise hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmiştir. Hatta kendisine sevgili dahi bulmuştur. Günler, haftalar geçer ve Mersault, komşusu ve sevgilisiyle birlikte sahile giderken, komşusu Raymond'un belalılarıyla karşılaşır. Sahilde oluşan bu gerginlik sonucunda ise Mersault istemeden de olsa belalılardan birini öldürür. İşlediği bu cinayet sonrasında ise mahkemeye çıkar ve böylece iç hesaplaşmaları da başlamış olur.
Yabancı'nın girişinde kahramanına annesinin ölüm haberi verildiğinde, onun hissettiği sıkıntı, Kafka'nın Değişim'inde Bay Samsa'nın böcek olduğunda hissettiği sıkıntı ile bir nevi eş değerdir. Çünkü her iki karakter de patronlarının keyfinin kaçacağı düşüncesiyle tedirgin olmuştur.
Felsefik bir görüşün bu denli başarılı bir şekilde bir kitabın içerisinde kendisine yer bulması gerçekten de kolay rastlanacak türde bir şey değildir. Zira üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen yazarın en çok satılan kitaplarından biri olan bu kitabı düşündükçe aklıma Camus'un söylediği şu sözler geliyor.
"Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir."
İşte bazı eserler vardır ki, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen daha bir anlamlı, daha bir güzel ve sevilesi olurlar. Aynı Yabancı ile kocaman bir dev olan Albert Camus gibi...
Malum son zamanlarda hayatımda bir sürü değişiklikler yaptım. Önce işimi değiştirdim, ardından da yaşadığım şehri. Durum böyle olunca, o an'a kadar ki yaşam tarzımın bir parçası olan kitaplarla da bağım otomatikman yarıya inmiş oldu. Yarıya inmiş olmasının nedeni kitaplardan vazgeçmiş olmam değildi elbette. Kaldı ki ailemin bana kazandırdığı en önemli şeylerden biri olan okuma alışkanlığından öyle bir kalem de vazgeçmem düşünülemez bile. Olay tamamen adaptasyon sürecini atlatmamla alakalıydı, hepsi bu kadar. Adaptasyon sürecini atlatıp atlatamadığım, yaşadığım şehri benimseyip benimsemediğim her ne kadar tartışılsa da, sabırla beklediğim o mucizeyi tekrardan yakaladım. Ve eski okuma hızıma bir kez daha kavuştum.
Kaldı ki bu 10 günlük dilim içerisinde sizce kaç tane kitap bitirmişimdir?
1...
2...
3...
4...
5...!
Evet, evet yanlış duymadınız. Tüm yoğunluğuma rağmen bu 10 günlük dilim içerisinde tam tamına 5 tane kitabı deyim yerindeyse, neredeyse yalayıp yuttum. Okumadım, adeta yaşadım. Her bir hikaye de kendimden bir şeyler buldum. Roman karakterinin peşine takıldım ve beni de gittiği yere götürmesine izin verdim. Sonuç; tarifi olmayan kocaman bir mutluluk şeklinde bana geri döndü. O da ayrı mesele :) Şimdilerde bütün iş sırasıyla okuduğum kitaplara blogum da yer vererek, sizlerle paylaşmaya kaldı.
Buraya kadar iyi güzel, hoş! Peki bundan sonrasında paylaşımımıza Oya Baydar'ın kaleme almış olduğu "O Muhteşem Hayatınız" ile devam etmeye ne dersiniz? Evet mi? Öyleyse kelimelerimin peşine takılıp okumaya devam edin.
Yazar, "O Muhteşem Hayatınız" isimli romanında büyük bir opera sanatçısı Diva, ona hayran bir Toplayıcı ve Diva'nın kızı Arya üzerinden toplumsal hafızamızı ele alırken, arka planda da Dersim'de yaşananları hatırlatıyor!
Romanın en önemli kişisi, uluslararası çapta ün kazanmış, yabancı sahnelerde, ünlü operalarda başrol oynamış bir opera sanatçısı, bir primadonna'dır. Bir gün elinde, fotoğrafları olduğunu söyleyen bir koleksiyoncu arar. Adamın bu resimler için hiçbir para talebinin olmadığını söyleyişi ise diva'nın konuyla ilgilenmesine neden olur.
Primadonna'nın sesinin de aynı zamanda hayranı olan koleksiyoncu, fotoğrafları göstermek için onu koleksiyonlarının bulunduğu yazlık eve götürür. Konuşmaları ise Toplayıcı'nın Diva'nın yaşamını dikkatle izlediğini yansıtır. Bazı günlerde fotoğrafları gösterirken yaptığı açıklamalar da olur. "İtalyan Dışişleri Bakanı'nın önünüzde eğilip, elinizi öptüğü fotoğraf: La Scala'daki göz kamaştırıcı La Triviata başarısının ardından değil mi? Peki ya İngiltere Kraliçesi'ne ne demeli? İngiltere Kraliçesi'ne takdim edilirken kraliçeyi gölgede bırakan fotoğrafınız; limuzinden inerken şoförlerinizin tuttuğu şemsiyelerin altında, uzun eteklerinizle bir siyah kuğu gibi süzülmeniz..."
Gerçekten de muhteşem bir hayat, üstelik rakipsiz bir ses...
Ve romandaki her bir karakter adeta günümüze ulaşmayı başaran birer sembol niteliğinde!
Bana göre romanda Toplayıcı resmi tarihi simgelerken; Diva Türkiye'yi, kızı Arya ise günümüz Türk insanını simgeliyor.
Gayet dozunda ve doyurucu nitelikte olan bu roman için yazarın çok iyi araştırma yaptığı da açık bir şekilde ortada.
Primadonna ve o muhteşem hayatı...
Gerçekten de söylenildiği gibi muhteşem bir hayat mı acaba?
Yoksa sürprizlerle dolu bir ilişkiler yumağı mı?
Sonucu öğrenebilmek için Oya Baydar'ın ustaca kurguladığı bu muhteşem kitabı mutlaka alıp, okuyun derim, benden söylemesi...
Bol ödüllü Fransız yazar Patrick Modiano ve Pıtırcık serisinin dünyaca ünlü çizeri Jean - Jacques Sempe, Paris'in nostaljik sokaklarından New York'un gökdelenlerle dolu geniş caddelerine uzanan sıcacık bir öyküde buluşturuyor bizi: Babam ve Ben.
Biraz yaramazlık, renkli hayaller ve bolca dans! Dünyaya bir çift gözlüğün ardından bakan kahramanımız Catherine, bu özelliğinden ötürü kendini bir hayli ayrıcalıklı hissediyor. O iki ayrı dünyayı keşfetmenin mucizesini yaşayan şanslı kişilerden. Gözlüklerini taktığında algıladığı gerçek dünya ile çıkardığında gördüğü tatlı, bulanık ve pürüzsüz dünya onu uçsuz bucaksız hayallere sürüklüyor. Üstüne üstlük bir rüyadaymışçasına dans ettiği bu hayal dünyasını babasıyla paylaşmak, Catherine'i her şeyden, hatta ileride annesi kadar iyi bir dansçı olma arzusundan bile daha çok mutlu ediyor.
Amerika'da yaşayan annesinden uzaktaki küçük bir kız çocuğunun "kahraman" babasıyla Paris'te geçirdiği çocukluk günleri, kimi zaman komik kimi zaman duygu yüklü anılarak dönüşüyor.
Gerçek dünya bir parça sıkıcı mı?
Merak ediyorsan eğer, Catherine'in peşine takıl, sen de dünyaya başka bir gözle bak.
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi! İtiraf etmeliyim ki daha önce hiç bu kadar uzun bir kitap ismi duymamıştım. Nitekim bu başlık İletişim Fakültelerinde ısrarla başlıkların kısa olmasını dikte eden birçok hocanın da tezine ters durumda. O halde neymiş? Uzun başlıkta bal gibi olabilirmiş, kalıplara sıkışıp kalmamak gerekirmiş. Açıkçası yazım diline dair en küçük bir fikrim bile olmayan Ayfer Tunç ile tanışmamda bu kitapla birlikte oldu. Ne yalan söyleyeyim, iyi ki olmuş. Zira başından sonunda kadar tek kelimeyle 'bayıldım'. Darısı yazarın diğer kitaplarını alıp, okumaya kaldı artık.
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, inanılmaz bir hızda seyreden, durmadan kendini çoğaltarak gelişen bir roman. Mekan ve zaman sınırı tanımayan; bir ucu 19. yüzyılda, bir ucu günümüzde, yazınsal bir Türkiye panoraması. Şaşırtıcı bir öykünün bittiğinin sanıldığı yerde, okuru olmadık bir öyküyle yeniden afallatan bir insan manzaraları kitabı. Yazar, Karadeniz'in küçük bir kentinde, denize sırtını dönmüş bir akıl hastanesinden yola çıkarak, akıllara durgunluk veren kişilerin yaşam zincirlerinden müthiş eğlenceli bir roman örüyor.
Kitabı soluk soluğa okurken, Türkiye'nin bütün hallerini yaşayacak, belki de insanlığın ortak hikayesiyle yüzyüze geleceksiniz. Ayfer Tunç, sade ve akıcı dili, zekice kurgulanmış olaylar örgüsü ve zaman zaman da komik, acı yüklü ve trajik sonlarla bir sonraki hikayenin de başlangıcına davet çıkarıyor. 19. yy'dan günümüz Türkiye'sine köprüler kuran romanda, bir Anadolu kentinde başlayıp, karakterlerin izinde, İstanbul'dan Avrupa'ya, kimi zaman Kanada ve Amerika'ya kadar uzanan hikayeler yer alıyor.
Kitap, delilikle normallik arasındaki ince çizginin nasıl kolay aşılabileceğini, aslında normal olduğunu düşündüğümüz bencilliğin bu ince çizginin etrafında her an diğere tarafa geçmeye hazır olduğunu gösteriyor. İlginç karakterlerin yanısıra hastanede acemi mimarın tasarımından kaynaklanan eksik yanlarıyla engelli bir karakter gibi vücut buluyor.
Ne yalan söyleyeyim bu kadar karakteri birbirine ustalıkla bağlamak açıkçası öyle her yiğidin baba harcı değil. Böylesi bir zevkten mahrum kalmamak için bu nedenle siz, siz olun bir an önce bir Ayfer Tunç kitabı edinin derim. Emin olun pişman olmayacaksınız...