İnsan Yükü Ağırdır Demiştin, Sen Benim Kanatlarımsın..

18:37 ebru altin 0 Comments

Babam ve Oğlum, Issız Adam, Dedemin İnsanları gibi filmleriyle büyük ilgi toplayan Çağan Irmak’ın, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği ve eleştirmenlerden tam not alan “Tamam Mıyız?” vizyonda!

Hayatta hiçbir şey tesadüf değil, her şeyin bir sebebi var.. Tıpkı Temmuz ve İhsan’ın yollarının mucizelerle kesişmesi gibi..

Hayatındaki seçimleri Temmuz’u babası ile karşı karşıya getirir, maddi hiçbir destek beklemeksizin kendi hayatını yaşamak isteyen ve evinden ayrılan Temmuz, ruhunu meslek olarak seçtiği heykeltıraşlıkla arındırır. Hayatını devam ettirmek için çocuk romanları için çizerlik yapan Temmuz’un hayatı, sevgilisinden aldığı bir e-mail ile allak bullak olur. Sevgilisi tarafından terk edildiğini öğrenen Temmuz aynı zamanda da işini kaybetmiştir .Hayatı ile yüzleşen Temmuz, dibe vurmuş, yaşama küsmüştür. İhsan ise, bedensel dezavantajı sebebiyle, hayatını annesine bağlı yaşamak zorunda genç bir adamdır.  Gerçekleştiremeyeceği hayallerinin yanı sıra annesinin sırtında bir yük olmaktan da mutsuz olan İhsan’ın kurtuluşu ile ilgili tek bir fikri vardır. Ta ki Temmuz’la karşılaşana dek.. Temmuz ve İhsan hayatlarının çöküşünde, dibe vurdukları bir anda karşılaşır ve bu karşılaşma Temmuz’u hayatı, sanatı, umudu yeniden tanıyacağı, İhsan’ı  ise hayata yeniden tutunacağı bir dostluğa, başlangıca sürükler. . Farklı iki yaşamın birleşmesine sebep olan bu tesadüfî buluşma Temmuz’u İstanbul’un hiç bilmediği bir köşesine ve hiç tanımadığı bir ailenin içine sokacaktır.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

0 yorum :

Ebeveynler Nasıl Eğitilir? Keşif Günlüğü

10:15 ebru altin 2 Comments

Eve geç kaldığınız için annenizle aranız mı açıldı? Ödevinizi zamanında teslim etmediğiniz için babanız harçlığınızı mı kesti? Peki ya anne babanız evde yokken sizinle ilgilenmeye gelen büyüklerin yaptığı garip şakalara ne demeli? Kısacası; tüm yetişkinlerin bir sorunu olduğunu mu düşünüyorsunuz? Sakin olun, çünkü tam size göre bir kitabımız var. Ebeveynler Nasıl Eğitilir? Keşif Günlüğü...

Evet, yanlış duymadınız. Artık ebeveynleri nasıl "kullanmanız" gerektiğine dair dahiyane fikirlerle ve ipuçlarıyla dolu muhteşem bir yol göstericiniz var. Eğlenceli kişiliği ve parlak zekasıyla usta bir ebeveyn eğitmen adayı olan Katya'nın keşif günlüğü size profesyonel bir dünyanın kapılarını aralayacak. Derin bir nefes alın, konsantre olun ve stratejilere kulak verin.

Güç Siz de, Kontrolü Ele Alın!

"Ebeveynler Nasıl Eğitilir? Keşif Günlüğü"nü büyüklerin karmaşık dünyalarını bir parça da olsa anlayabilmeniz ve yönetebilmeniz için tasarlanmış bir proje gibi düşünebilirsiniz. Ya da bunları boş verip, kendinizi bastırmakta zorlanacağınız kahkahalarınıza teslim edebilirsiniz. Unutmadan hatırlatalım. Kitaptaki tüm bilgiler Katya tarafından test edilip, onaylanmıştır. Yani rahat olun. Ama yine de fazla abartmayın. Ne de olsa yetişkinler çok sayıda karmaşık kullanım modu ve işlev içerirler.

Bu eğlenceli ve komik günlükle birlikte deneyimli bir ebeveyn eğitmeni adayı olmanıza çok az kaldı. Yolun çok başında olduğunuzu düşünüp, hemen pes etmeyin sakın. Çünkü daha ilk sayfadan itibaren ipler sizin elinizde olacak... mı acaba? Herkes yanılgıya düşer mi, bir dahi bile? Eh belki biraz. Ama Katya bu, onunla her türlü macera komik, eğlenceli ve bazen duygu yüklü, kısacası tanıklık etmeye değer. Ah... Hele bir Ben Clayden var ki... Kendisi adeta bir ilah, öylesine yetenekli, öylesine yakışıklı...

2 yorum :

Fincan Teyzenin Kurabiyeleri

14:02 ebru altin 0 Comments

Mizahi unsurlar katarak renklendirdiği övgüleriyle hayal kurmanın önemini yücelten ödüllü yazar Pelin Güneş'ten, gerçek dünyanın ve güzelliklerinin farkına varmanızı sağlayacak keyifli bir serüven: Fincan Teyzenin Kurabiyeleri...

Tüm hayatları, oturdukları site ve eğitim aldıkları okuldan ibaret olan beşinci sınıf öğrencileri Ali, Efe ve Doruk'un en büyük arzuları, içinde bulundukları kapandan birkaç saatliğine dahi olsa kurtulup, şehrin içinde küçük bir macera yaşamaktı. Bunun için yapmaları gereken tek şey ortak bir karar alıp, bir an önce harekete geçmekti. Böylesi bir heyecan için biraz cesaret gerekiyordu elbette. Ama o da, ne yazık ki küçük hayalperestimizde yoktu. Kimbilir, üç kafadarın heyecanla aradıkları macera belki de çok yakınlarındaydı.

Günlerini kulağında kulaklık, salonun ortasında ip atlayıp, boks yaparak geçiren kısa boylu, toplu, kıvırcık saçlı sevimli bir teyze ve yaşıtlarına göre hayli dinamik, görüp geçirmiş, bilgili tonton bir amca...

Huzurlarınızda Fincan Teyze ve Necmi Amca! Ali, Efe ve Doruk'un yeni dostlarından öğrenecek çok şeyleri var. Aslında uzun süredir aramaya cesaret edip de bulamadıkları maceranın tam da yanıbaşındalar. Üstelik bu macera lezzetli mi lezzetli ev yapımı fındıklı ve üzümlü kurabiye tadında.

Üç arkadaş için macera asıl şimdi başlıyor. Necmi Amca ve Fincan Teyze'nin yıllardır içinde oldukları dostluk ağı da nesi? Necmi Amca'nın duvarında neden koca bir dünya haritası asılı? Kutup ışıklarının ardında yatan sır ne? Öğrenecekleri daha çok şey var gibi görünüyor. Tabii birileri engel olmazsa. Cips ve şekerleme ürünleri ile hazır gıda sektörünün büyük oyuncularından ÇokyeÇok firmasının Fincan Teyze ve Necmi Amca ile ne alıp veremediği olabilir?

Hayatımızın her alanını kuşatan tüketim kalıplarına karşı doğadan ve doğaldan kopmadan, dostluklarla örülmüş bir yaşam gerçekten mümkün olabilir mi dersiniz? Böyle bir maceraya tanıklık etmek için daha ne bekliyoruz?

0 yorum :

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi, Benim Abim :D

16:23 ebru altin 0 Comments

Ankara'dan abim geldi. Dolayısıyla da ev şenlik yerine dönüverdi geçtiğimiz haftalarda...
Yalnız abim dediysem de eğer bu sahici abim değil, ona göre..
Ankara'dan gelen ise tabii ki efsane karakter Nevzat Başkomiserim'di. Laf aramızda kendisi Beyoğlu'nun En Güzel Abisi olur da...

İtiraf etmem gerekirse eğer benim Ahmet Ümit ile tanışmam biraz geç oldu. Ne birazı epey bir geç oldu. Zira üniversite yıllarında ev arkadaşım yazarın hayranıyken, bana da sürekli sen de okumalısın, çok şey kaçırıyorsun söylemlerinde bulunup, türlü türlü baskıda bulunuyordu. Ama ben n'apıyordum? Nuh diyor, peygamber demiyordum o dönemde. Polisiye okuyacaksam Agatha'nın peşine takılırım, Ahmet'in peşinde ne işim var diye de ti'ye alıyordum.

Ta ki İstanbul Hatırası'nı alıp, büyülenene kadar. O kitapla birlikte herşey bir an da tersine döndü. O andan itibaren de yazarın diline ve kurgusuna bayıldımmmm resmen :)

Sonrasını söylememe gerek yok sanırım. Okumamakta direndiğim tüm kitaplarını alıp, okudum. Kitap fuarları'nda söyleşi ve imza törenlerine gidip, saatlerce kuyruk bekledim falan filan...

Durum böyle olunca hayranı olduğum yazar yeni kitabını çıkarır da ben okumadan durur muyum? Tabii ki hayır!

Sevgili Gamze'nin instagram'da paylaştığı bir fotografın altına şımarıklık yapıp yazdığım "ben de istiyorumm" sözünden sonra tararammm, almayı düşündüğüm kitap sevgili Gamzecimin sayesinde hediye olarak bana ulaşıverdi. Hemii deeee kedicikli bir okuma ayracı ile :) Bu vesileyle kendisine bir de blogum aracılığıyla çok ama çok teşekkür ediyorum. Canımsın demeyi de ihmal etmiyorum tabii ki...

Gelelim Beyoğlu'nun En Güzel Abisine!
Nasıl isim ama?

Açıkçası kitap arkasındaki tanıtım yazısına bakmadan, acaba Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'nin bu kurgudaki önemi ne olacak diye merak etmedim de değil hani. Dolayısıyla ışık hızıyla sayfaları çevirmeye başladım. O denli bir hızlı çeviriş ki bu, kitabı ne zaman elimden bıraksam vicdanım rahat etmedi resmen.

Kitabı okuduğum sırada gelen mesajlara da cinayet çözmekle meşgulüm, ben sonra ararım şeklinde bir geri dönüş yaptım ki varın gerisini siz düşünün artık :)

Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet!
Tarlabaşı'nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek.

Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul'un en gözde yeri olan Beyoğlu'nun hazin hikayesi...

Ama bu sefer ki hikaye öylesine bir kurguya sahip değil.
2 - 3 ağaç meselesi diyip küçümsenen, sonrasında ise tüm yurda sirayet eden Gezi Parkı'nın kahramanlarına da gönderme yapılıyor. Hem de en güzelinden. Mutlaka okumalısınız, benden söylemesi :)


0 yorum :

23:07 ebru altin 2 Comments

OLMASAYDIN... OLMAZDIK!
SAYGI VE ÖZLEMLE ANIYORUZ...



2 yorum :

Postacı Kadın...

14:59 ebru altin 0 Comments

"Associated Press çalışanı Harriet Mendelsohn, dün gece bombalar yüzünden hayatını kaybetti. Kendisi iki yıldır Avrupa'da savaş muhabirliği yapıyordu. Bir gazeteci toprağa gömülürse, diğer basın mensuplarının ondan geriye kalan hikayeyi üstlenmesi adettendir. Eve dönen çocuğun hikayesi, Harriet'ın yazacağı hikayeydi; tek fark o benden çok daha iyi anlatırdı. Bu gece size bunları anlatmamın sebebi ise Harriet'ın artık anlatamayacak olması.

Ben Londra'dan Frankie Bard. İyi geceler."

Kimine göre sıradan gelebilecek bu satırlar, Sarah Blake'in tamamen gerçek yaşanan olaylara dayanarak kaleme almış olduğu "Postacı Kadın" isimli kitabına ait aslında. Ne yalan söyleyeyim uzunca bir süre çalışma masamda öylece okunmayı bekledi durdu, bu kitap. Oysa tanıtım yazısından dolayı çokta severek aldığım kitaplardan birisiydi ama her defasında önüne başka kitapların geçişine izin vermişti. Tabii o izinlerinin altında başka bir neden yatıyormuş, o da ayrı mesele.

Ne nedeni yatacak diyorsanız da eğer hemen söyleyeyim. Meğerse ilginin sadece kendisinde olmasını istiyormuş da ondanmış bütün o sırasını verme nezaketleri falan...

Sisler Evi'nin yazarı Andre Dubus'unda dediği gibi, bazı romanlardan kıymetli sözcüklerle işlenmiş bir anlatımla, bazılarından canlı kanlı karakterlere, bazılarından da başımızı döndüren ve bizi değiştiren sürükleyici bir öyküleme üslubuna sahip olduğu için zevk alırız.

İşte bu kitap, tam olarak da Dubus'un dile getirdiği sözlerin gerçekliğini ortaya koyan çalışmalardan birisi niteliğinde. Oldukça yalın bir şekilde kaleme alınan dili ve sağlam kurgusuyla, okuru hikayenin içerisine direkt çekebilecek kıvamda.

Eminim birçok kişi, okuduğu bir kitabın karakterlerinden birisini kendisiyle özdeşleştirerek, imgeleme moduna dönüştürüyordur. Bu bazı zamanlarda kah asıl karakter olur, kah ise yan karakter. Bu kitapta ben neredeydim diye sorduğumda ise iki cevap aldığım bir gerçek. İlki savaş muhabiri olan kadın (ki 20'li yaşlarımın başında, gazeteciliğe başladığım dönemde savaş muhabiri olmak en büyük hayalimdi. Zamanla etkisini yitirdi ayrı mesele), ikincisi ise savaşın ortasında kalan küçük bir çocuğun akıbetini öğrenip, karısına güzel haber götürmek için yanıp, tutuşan genç doktor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında harabeye dönmüş Avrupa'yı sinematik bir yaklaşımla anlatan Blake, Radyo Muhabiri Frankie Bard'ın romantik, yürek parçalayıcı ve tek kelimeyle benzersiz hikayesini de gözler önüne seriyor.

Gerçekçi bir anlatıma sahip bu ustalıklı roman, nadir görülen fakat oldukça başarılı ve bilge bir ses tarafından aşkın, savaşın ve yaşanan hikayenin tesadüfi doğasını derinlemesine araştıran bir üslupla anlatıyor. Bu arada kitabın içerisindeki konuşma diyalektlerinin içerisinde geçen bir hikayeyi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Bakalım siz de benim kadar etkili bulacak mısınız bu hikayeyi?

"Theseus, savaştan gemiyle ayrıldığında, babasına hayatta kalırsa beyaz yelkenlerin altında geri döneceğine söz verir. Ve oğlunun kaybolduğu onca yıl boyunca, kral her gün uçurumun kenarına tırmanarak, yelkenlere bakınır. Ancak bir tane bile göremez. Yıllar boyunca kahrolası her gün.

Sonra bir gün, yelkenliler gelir. Ufukta belirirler. Gerçekten de yıllar süren bekleyişin ardından yelkenliler gelmiştir. Ama yelkenleri siyahtır. Elem kadar siyah. Bunu gören baba yani kral, uçurumdan aşağıdaki kayalıklara atlayarak, hayatına son verir. O sırada oğlu verdiği sözü unutmuş, muzaffer bir edayla kıyıya yaklaşmaktadır.

****

Hikaye olacakları bilir. Eğer o hata olmasaydı, bu hikayenin de hiçbir önemi kalmazdı. Çünkü Theseus, yelkenleri değiştirmeyi unutsaydı bu hikaye anlatılmayacaktı. Hikaye her zaman ki gibi kahramanın zafer dolu dönüşüyle bitebilirdi. Ama hikayeyi önemli kılan o hataydı. Hikayenin özü o hataydı. Bu yüzden hala anlatılıyor. sf. 342"

İnsanların ölmediği, sükut ve barış içerisinde yaşayacağımız bir dünyaya sahip olmak dileğiyle...

0 yorum :

Değişimin Değişimi...

11:38 ebru altin 0 Comments


Sabah çok sevdiğim arkadaşımın, Facebook'da paylaştığı bu basit ama çok şey anlatan cümlesini görünce, çalıcam, çalıyorum, çaldım gitti şeklindeki, sıvı halden katı hale geçişimi hızlandıran bu sözü, beynimde resmen şimşekleri çaktırdı. Zira bu aralar hayatımda bir sürü değişiklikler ve radikal kararlar sözkonusuyken bu söz olsa olsa bana sadece bir işaret olabilirdi. Olabilirdi diyorum çünkü ben de ilk çağrışım yapan şey, tam da bu oldu. Meleklerden bana gelen bir işaret! 

Cümlemiz malum! "One day can change everything" 
Herhangi bir kalıba oturtulmadan yazılan, son derece basit bir cümle!
Peki sizin hayatınızda bir gün de neler değişebilir/ veya değişmesini isterdiniz hiç düşündünüz mü?

0 yorum :

Kitap Şeklinde Kütüphane...

12:21 ebru altin 0 Comments

Artvin Çoruh Üniversitesi'ne yapılacak kütüphane binası, üst üste duran kitaplar şeklindeki ilginç tasarımıyla dikkat çekiyor.

Artvin Çoruh Üniversitesi tarafından yapımına onay verilen kütüphane projesi, mimari özellikleriyle Türkiye'de bir ilk olacak. Masanın üzerinde üst üste dağınık şekilde duran kitaplar görünümündeki kütüphane binası, 1600 metrekare alan üzerine kurulacak ve yapımına 2014 yılı başında başlanacak. 

Mimar Aytaç Akyüz, projenin Türkiye'de bir ilk olduğunu belirterek, "Üniversite yönetimi bizden çok farklı bir yapı talep etti. Projeyi ilk yolladığımızda çok büyük bir beğeni ile geri dönüş yaptılar. Sonra da çok güzel bir sinerji ile projeyi tamamladık" diye konuştu.

Projemiz Türkiye'de Bir İlk

Binanın yapım aşamasının da zorlu olacağını vurgulayan Akyüz, "Uygulaması çok zor bir yapı. Burgu şeklinde çalışıyor ve bunun hesaplarının yapılması bir statikçi için gerçekten çok zor. Ama sonunda başardık. Bu anlamda da çok önemli bir proje olacak. Sadece mimarisiyle değil statiğiyle de çok önemli bir yapı. Türkiye genelinde bunun kesinlikle bir örneği yok. Dünya genelinde yaptığımız araştırmalarda da kesin olmamakla birlikte henüz böyle bir yapıya rastlamadık" ifadesini kullandı.

Projenin mimarlarından Kübra Akaydın ise kütüphanenin dışı kadar içinin de etkileyici olacağını belirterek, "Projenin içerisinde dairesel bir galeri boşluğu olacak ve insanlar burada tavandan sarkıtılan kitap şeklindeki aydınlatmaların altında kitap okuyacaklar. Binamız bin 600 metrekare üzerine kuruluyor. Toplamda ise 6 bin 600 metrekare ve zemin artı, dört kat şeklinde olacak" dedi. 

Kaynak: DHA

Not: Ne yalan söyleyeyim ben projeyi çok beğendim. Bilindik kütüphane modellerinden farklı bir uygulamayı hayata geçirecek olmaları da sevindirici bir gelişme doğrusu. Peki bu kütüphaneyle ilgili siz ne düşünüyorsunuz? Beğendiniz mi yoksa beğenmediniz mi? Düşüncelerinizi paylaşırsanız çok sevinirim :)

0 yorum :

Yaşasın Cumhuriyet!

09:22 ebru altin 3 Comments

Benim Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de, sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz.
                                                                                            M. Kemal Atatürk
29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


3 yorum :

Tüm Yayınevlerine Duyurulur 2

13:55 ebru altin 2 Comments

Alt tarafı bir post yazacağım, bu kadar düşünmeye ne gerek var dediğiniz zamanlarınız oluyor mu bilemiyorum ama ben tek kelimeyle şu an o moddayım. Nedeni ise malum! Tamamen arafta kalmış olmam.

Post yazarken insan arafta mı kalırmış yahu, dediğinizi de duyar gibiyim. Ama gördüğünüz üzere kalıyor işte. En tipik örneğini de şu an ben yaşıyorum. Aklımda her ne kadar iki farklı konu olsa da, beynimin yönlendirmesiyle parmaklarım o konulardan birini yazmaya çoktan başladı bile...

Bu da demektir ki okuduğum son kitapla ilgili izlenimlerimi aktarmak ancak ikinci post'a kısmet olacak. O zaman hadi gelin ilk postumu oluşturacak kelimeleri yan yana dizmeye başlayalım bakalım. Ortaya ne çıkacak hep birlikte görmüş olacağız.

Geçen gün yazdığım postumda malum yayınevlerine seslenip, ahh sizinle çalışmak kimbilir ne güzel olurdu deyip, dolaylı yollardan da olsa tekliflere açık olduğumu dile getirmiştim. Kapanışı da, beni can evimden vuran, adeta bir masal diyarında süzülerek yürüyormuş hissi uyandıran, El Ateneo Grand Splendid Tiyatro Salonu ile yapmıştım.

Bu tiyatrodan bozma muhteşem kitapçıyı her ne kadar gidip göremesem de bir yanım böyle bir güzellikle karşılaştığı için mutlu olurken, diğer yanımda ne yalan söyleyeyim burkulmuştu. Çünkü "bu da birşey mi canım, gelin siz, bir de bizim ülkemizdeki kitapçıyı görün" diyebileceğimiz bir yerimiz dahi yoktu. Hem de bu zenginlik içerisinde!

Hadi onu da geçtim, ülkemizde okuma oranının neredeyse yok denebilecek kadar az olduğu gerçeğini bilmeyenimiz yok. Var olan kitapçılarımızın her geçen gün kepenklerini kapatma raddelerine gelmeleri de bir başka gerçeklikken, dünyadaki örnekleri gibi bir şaheser beklemek, Alice'in harikalar diyarında gezmesine benzerdi sanırım.

Eh madem bizde yok, o zaman bizde olmayan bu büyüleyici yerlerle ilgili bilgi edinmeye devam düşüncesinden yola çıkarak, internette küçük bir araştırma yapmaya koyuldum. Ve Bingo! Karşıma çıkan yabancı kaynaklı bir sitede bakın tam olarak ne yazıyordu!

"The 20 Most Beautiful Bookstores in the World"

Aradığım şey, tam olarak karşımda duruyordu işte. Görseller arasında gezinirken ruhum adeta beni bırakıp, çoktan oraya doğru yola çıkmıştı bile. İşte beni büyüleyen o sanat harikası kitapçılardan seçme örnekler...

Selexyz Bookstore - Maastricht, Hollanda 

Bir tiyatro salonu kitapçıya dönüştürülür de, bir kilise kitapçıya dönüştürülmez mi hiç? Yok canım o kadar da değil diyenler için Hollanda'da bulunan Selexyz Kitabevi, başlıca bir örnek teşkil etse gerek. Ne dersiniz?



Bookabar Bookstore - Roma, İtalya

Modern tasarımın eşsiz örneğinin sergilendiği bu kitapçı da, sanat tarihi üzerine yazılmış birçok kitap bulmanın mümkün olduğunu biliyor muydunuz?



Prual Bookstore - Bratislava, Slovakya

Her ne kadar aydınlık ve basit bir tasarıma sahip olmuş olsa da, nedense bana çok dağınıkmış duygusunu verdi, bu tasarım... Beğendim mi? I-ııhh beğenmedim sanırım! Peki ya siz?



Livraria Lello - Porto, Portekiz

İşte karşınızda tam bir neo-gotik türünün bir örneği! Yaklaşık 1906 yılında kurulan bu kitapçı da merdiven faktörüne bu denli yer verilmesinin temel nedenini ise cennete ancak merdivenlerle çıkılabileceği düşüncesi oluşturuyor. 



Cook & Book Bookstore - Brüksel, Belçika

İlginç ama bir o kadar da eğlenceli bir kitapçıya benziyor. Ne dersiniz? Ben özellikle arabalı olan görsele bayıldım :)



Poplar Kid's Republic - Beijing, Çin

Modern tasarımın başlıca örneklerinden birisini oluşturan Poplar Kid's Republic, özellikle çocuklar için yaptıkları okuma köşeleriyle de değişik bir konsepte sahip, bir kitapçı. Laf aramızda şimdi o çocuğun yerinde olup, orada kitap okumak isterdim doğrusu...



The Last Bookstore - Los Angeles

Kitaplardan oluşan bir banko yapma fikri çok hoşuma gitti doğrusu. Dağınık görüntüsüne rağmen insanı etkileyen başka bir kitapçı da bu olsa gerek!



Corso Como Bookstore - Milan, İtalya

Adeta sanat ve tasarımın iç içe geçmesinden oluşan muhteşem bir konsept. 



The American Book Center - Amsterdam, Hollanda

Öyle bir kitapçı düşünün ki, içinden bir ağaç gövdesi geçiyor olsun. İmkansız mı? Eğer siz de imkansız diyenlerden biriyseniz, emin olun çok yanıldığınızı bu tasarımla göreceksiniz.



Ler devagar - Lizbon, Portekiz

Hayal dünyanız ne kadar zenginse, ortaya o kadar büyük işler çıkarırsınız. Ve o hayal dünyanızda birçok insanın koymaya cesaret edemeyeceği objeleri de rahatlıkla koyar ve gündelik yaşamınıza dahil edersiniz. Böylece farkınız da ortaya çıkar. Aynı Ler Devagar'daki kitapçı da olduğu gibi :)



2 yorum :

Ray söyledi, Biz de Gatsby ile Life of Pi'a göz gezdirdik!

14:09 ebru altin 1 Comments

Uzun zamandır izlemek isteyip de bir türlü fırsat yaratamadığım filmleri bayram tatilinde aradan çıkartmak ne yalan söyleyeyim çok iyi oldu doğrusu. Laf aramızda havanın soğuk ve yağmurlu olmuş olması da işime yaramadı değil hani... Dolayısıyla fırsattan istifade eşofmanları çekip, kış moduna kendimi ayarladıktan sonra uygun bir yayılmaca pozisyonunu da alıp, merak ettiğim filmleri izleme moduna geçiverdim. İzlediğim ilk film, ne zamandır aklımda olan hatta aklımda olmasından ziyade blogumun da sağ sütununda uzunca bir süre izlenecekler arasında kalan Muhteşem Gatsby'di.
Açıkçası romanlardan uyarlanan filmlerden her ne kadar hazetmesem de elimden geldiğince kaçırmamaya da özen gösteririm. Ama bu sefer bir değişiklik yapmak durumunda kaldım. Zira F. Scott Fitzgerald'ın kaleme almış olduğu bu eseri daha önce okuma fırsatım olmamıştı. Bu nedenle kitaba dair en küçük bir fikrim olmadığı için, filmi de merakla seyretmeye başladım. 

1922 senesi baharı... Dolayısıyla ahlaki değerlerin çöktüğü, kaçakçıların ve yükselen hisse senetlerinin de tavan yaptığı bir dönem! Filmimizin konusunu oluşturan hikayeyi ise genç borsacı Nick Carraway'in ağzından dinliyoruz. 

Nick, kuzeni Daisy ve onun zengin kocası Tom Buchanan sayesinde gizemli milyoner Jay Gatsby'e komşu olur. Böylece zengin insanların aşk ve entrika ile dolu hayatlarına da adım atar. 

Kendi Amerikan rüyasının peşindeyken tesadüfen milyoner Gatsby ile yolları kesişen Nick'in hayatı da bir anda değişmeye başlar. Peki kimdir bu Gatsby? Oxford'lu bir centilmen mi yoksa zengin bir iş adamı mı? 

Filme dair izlenimim: Birçok kişinin beğenerek izlediği bu film bana nedense çok yavan geldi. Sizdeki izlenimi nasıl oldu bilemiyorum ama ben Gatsby'e her baktığımda nedense karşımda Kadir İnanır'ı görür gibi oldum. Demek ki neymiş, beklentileri bu denli yüksek tutmamak gerekirmiş. Bahaneyle görmüş olduk.

Dipnot: Her ne kadar filmi beğenmesem de soundtracklar pek bir dinlenesi, beden söylemesi. Özellikle de Lana Del Rey'in söylediği parçayı dinlemenizi tavsiye ederim.

Biyografi türünde film izlemekten hoşlananların kaçırmaması gereken bir film: Ray

Günün ikinci filmi ise 2004 yapımı Ray'di. Ray, yaşadığı oldukça trajik bir olay sonucunda hayatına kör olarak devam etmek zorunda kalır. Yaşadığı bu acıya rağmen hayata dair umudunu ise hiç kaybetmez ve yepyeni, taze hayallerle, hayat yolculuğuna devam etmeye karar verir. 
Bu muhteşem sesli adam, zaman içerisinde karşısına çıkan engellerle savaşarak, dünyanın en önemli müzisyenlerinden biri haline gelecektir. Ve böylece küçük Ray, hem adıyla hem de soyadıyla tanınan bir Ray Charles olacaktır.

Filme dair izlenimim: Caz severlerin bu filmi mutlaka izlemesi gerek diye düşünüyorum. Ben bu filme tek kelimeyle bayıldım. Müziklere ise ekstra yorum yapmama gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü hepsi harikaaaa...
                                           Life of Pi ile iç sesinize kulak verin...

Günün son filmi ise Life of Pi oldu. Bu filmin adını çok fazla duymakla birlikte, arkadaşlarımın da "mutlaka izlemelisin" türünden yoğun baskılarına açıkçası çok maruz kalıyordum. Her ne kadar konusunu merak etmiş olsam da bir türlü izlemek de kısmet olmamıştı. Yalnız filmi seyrettikten sonra izleme konusunda geç kaldığım için deyim yerindeyse kendime çok ama çok kızdım. Bunu da öz eleştiri olarak yapmış olayım.
Filmin konusuna gelinde... Hindistan'dan Kanada'ya giden bir yük gemisi, içindeki hemen hemen tüm canlılarla birlikte trajik bir şekilde batar. Bu kaza sonrasında ise bir cankurtaran filikası, uçsuz bucaksız vahşi Pasifik Okyanusu'nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı ise bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan, Richard Parker adında üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ve Pi adındaki 16 yaşındaki Hintli bir çocuktur. Pi'nin hayvanat bahçesi işleten ve hayvanlarıyla göç yoluna koyulan ailesi de batan gemide yaşamını kaybetmiştir. Pi ise bu amansız okyanusta hayvanlarla birlikte bir başına kalarak, hayatta kalma mücadelesi verecektir. 

Filmle ilgili izlenim: Aslında çoğunlukla yapmamız gerektiği halde bir çoğumuzun fazlasıyla ihmal ettiği sorgulama faktörünü, film sonunda yapar hale geliyorsunuz. İç sesinize kulak vermeniz de cabası. Açıkçası filmin beni bu kadar etkileyebileceğine, daha öncesinde hiç ihtimal vermemiştim. Yanıldığımı da böylece görmüş oldum.

1 yorum :

Edebiyat Turizmi Kapsamında Gezmeye Devam (2)

23:49 ebru altin 0 Comments


Çocukluğunda Oliver Twist okumamış kaç kişi vardır ki acaba?
Tahminime göre yoktur gibime geliyor ama yine de bilemem tabii ki...
Oliver Twist!

Bir yetimhanede gözlerini açarak hayata merhaba diyen ve evlatlık verildiği evden kaçmasıyla birlikte de başından dert eksik olmayan küçük kahramanımız. Bize verdiği dersi unutmak ise ne mümkün. Hayat ne kadar zor olursa olsun, inandıktan ve hayata dört elle sarıldıktan sonra aşılamayacak engel yoktur. Bugün olmazsa elbet yarın herşey yoluna girecektir.

Şu an bu satırları yazmama vesile olan ünlü yazar Charles Dickens acaba bu karakteri ortaya çıkartırken, hikayesini nasıl bir ortamda satırlara döküyordu?

Sizin de benim gibi okuduğunuz herhangi bir kitabın satırları içerisinde kaybolurken o eserin nasıl ortaya çıktığını, yazarın nasıl bir ruh hali içerisinde bulunduğunu düşündüğünüz oluyor mu? Ne yalan söyleyeyim benim çok fazla oluyor. Bu nedenle de edebiyat turizmine bu aralar kafayı fazlasıyla takmış bulunmaktayım.

Bu nedenle kaldığımız yerden edebiyat turizmi kapsamında nerelere gidebilirmişiz, gelin birlikte göz atmaya devam edelim.


Charles Dickens, John Milton, H.G Wells gibi ünlü yazarların doğduğu şehir olan Londra'ya doğru yola çıktığınızı farz edersek eğer ilk Dickens'ın müzeye dönüştürülen Doughy Caddesi 48 numaradaki evi olmalı bence. Böylece Oliver Twist'in nasıl bir ortamda yazıldığını kendi gözlerinizle görüp, hayalini kurabilirsiniz.


Peki 20. yüzyılda tüm dünyanın sanat camiasını etkileyen tartışmaların yapıldığı Blommsbury'deki pub'a ne demeli? The Lamb on Lamb adı verilen bu pub'a gidip, kendinize en soğuğundan buz gibi bir bira ısmarlayabilirsiniz. Unutmayın ki bu seçkin sanat camiasının başta gelen isimleri arasında Virginia Woolf, John Maynard Keynes ve Lytton Strachey yer alıyor.


Hazır buraya kadar gelmişken Virginia Woolf turuna katılmadan da olmaz tabii. Woolf turu kapsamında gidebileceğiniz başlıca yerler ise...

Bloomsbury'deki British Museum (Müzede sanatçıya ait bir oda da bulunuyormuş, benden söylemesi)


Deniz Feneri, Orlando gibi eserlerin ortaya çıktığı Monk Evi (Nitekim Virginia ve kocası Leonard Woolf'ın buraya taşınarak, yaşadıkları belirtiliyor. Söylenen bir rivayete göre Woolf'un intiharı sonrasında yakılan bedeninin küllerinin de bu evin bahçesinde gömülü olduğu yazıyor)


Sissinghurst Castle müze evi. Burada Hogarth Yayınları'nın ilk günlerinden kalma bir elle kitap baskı makinesi de mevcut.


Ya bizim ünlü dedektifimiz Sherlock Holmes'a ne demeli? Dedektifin izini sürmek için 221b Baker Caddesi tam da sizin için bir yer...

0 yorum :

Kitapların peşine takılıp büyüleyici bir seyahat yapmaya ne dersiniz?

15:40 ebru altin 2 Comments


Hatırlayacağınız üzere geçtiğimiz günlerde romanlardan ilham alan otellerle ilgili post'umu hazırlarken, son zamanlarda bir trend haline gelen ve çoğu insan tarafından da kabul gören edebiyat turizmine dair bir yazı hazırlayacağımın bilgisini vermiştim. Ehh hazır tatil modundan da çıktığıma göre yazımı satırlara dökmek için hiçbir engelim kalmadı.

Şimdiye kadar pek duyulmamış, son yıllarda ise edebiyat tutkunları için adeta trend haline gelen bu seyahat türü tam olarak neyi kapsıyordu peki? Neydi onu bu denli popüler hale getiren? Havası, suyu, ambiansı mı yoksa bambaşka bir şey miydi onu bu kadar etkili kılan?

Sorular, sorular, sorular... Ardı ardına sıralanabilecek nitelikte bir sürü soru kalıbı! Ama yine de kültür turizminin bu yeni biçimi hakkında fikir sahibi olmayanlar için öncelikle şunu belirtmekte yarar var. Edebiyat turizmi adı üzerinde edebiyatla bir biçimde alakalı şehirlere, kasabalara veya mekanlara seyahat anlamına gelmekte. Yani bir nevi yazarların yaşadığı yada romanlarının geçtiği yerlere yapılan yolculukları içeriyor.

Her zevke ve her kültürel sınıfa uygun bir yer bulmak da mevcut. Dileyen Ege adaları olmak üzere Homeros destanının geçtiği yerleri gezebilirken, dileyen de Kafka'nın Prag'ına doğru yola çıkabilir.

Düşünsenize kaç edebiyat tutkunu bir kitabı okuyup da karakterin peşinde kendisini sürüklenip, giderken bulmaz. Bir bakmışsınız Paris'te, bir bakmışsınız Dublin'in sokaklarında dolaşıyorsunuz. İşte hayalinizdeki bu imgelemeleri gerçekliğe dönüştürmek için edebiyat turizmi tam da size göre birşey.


Maeve Binchy'nin kitaplarıyla Dublin'in sokaklarında gezip, hüznün, umudun, hırsın, sevginin, kırgınların giderildiği o meyhaneyi hatırlamayan kaç kişi vardır ki? Peki sadece Maeve Binchy ile mi geziyorduk o sokakları. Elbette hayır!

James Joyce, Samuel Beckett, Oscar Wilde ve William Butler Yeats'ın müdavimi olduğu, gaz lambasının titreyen alevleri altında, İrlanda viskisi eşliğinde kaleme aldıkları eserleri ve o matruk barı unutmak ne mümkün.

Peki Paris'in edebiyat başkenti sıralamasında birinciliği kimseye kaptırmamasının nedenini hiç düşündünüz mü? Gelin birlikte beyin fırtınası yapalım. Asıl neden Victor Hugo muydu yoksa? Yok, yok kesin Alexander Dumas'tır diyenler için hemen söyleyeyim. Elbette ki asıl neden ne Hugo ne de Dumas'tan dolayıydı...


Asıl neden elbette ki 1900'lerin ilk yarısında Ernest Hemingway, Gertrude Stein ve elbette ki Muhteşem Gatsby'nin yaratıcısı F. Scott Fitzgerald gibi birçok yazar ve sanatçının bu büyülü şehirde yaşamış olmasıydı.

Her ne kadar edebiyat turizmi ülkemizde daha gelişmemiş olsa da önümüzdeki günlerde bizde de etkisinin büyüyeceğine dair inancım sonsuz. Benim için yurt içi olmuş, yurt dışı olmuş farketmez, yeter ki edebiyat turizmine dair bir seyr-ü sefer de bulunayım diyenler için gidebileceğiniz yerlere gelin birlikte göz atalım.

Edebiyatın Başkenti Paris...

Siz, siz olun yolunuzu Paris'e düşürdüğünüz bir gün de mutlaka Hotel du Quai Voltaire'e gidin. Bir yanınızda Seine Nehri, diğer yanınızda ise ünlü Louvre Müzesi...


Burada konaklamanız da şart değil elbette. En azından lobisinde oturup, kahvenizden bir yudum aldığınızda da o havayı rahatlıkla soluyabilirsiniz. Unutmamanız gereken tek şey Oscar Wilde gibi dünyaca ünlü bir yazarın bu otelde uzun süre yaşamış olması.


Paris'te görmeniz gereken yerlerden birisi de elbette Samuel Beckett ve James Joyce'un yaşadığı bölge olarak da bilinen Ecole Normale Superieure. Godot'u Beklerken'i veya Ulysses'in kahramanlarının yaşadığı bu bölgede dolaşmak ve o havayı solumak eminim ki sizi bambaşka bir boyuta sürükleyecektir.


Ya Victor Hugo'nun ünlü kahramanı Notre Dame'ın yavaş adımlarla çıktığı kilisenin merdivenlerine yada Marais bölgesinde bulunan La Maison de Victor Hugo'nun bugün müzeye dönüştürülmüş evini görmeye ne demeli?


Ernest Hemingway’i de unutmamak lazım. Zira Güneş Gene Doğar isimli eserini yazdığı yerdir Paris...

O zaman hadi gelin fotoğraflarla zamanda yolculuk yapalım...

Duyduk duymadık demeyin! Yarın Oliver Twist'i düşlemek üzere Londra'da olacağız...

2 yorum :

Bayramınız K(B)utlu Olsun...

22:54 ebru altin 0 Comments

Rahmetli Barış Manço'nun seneler önce söylediği ve her bayramda aklımıza düşen şarkısının sözlerini bilmeyen var mıdır acaba?

Ne diyordu Barış Manço şarkısında...
 'Bugün Bayram Erken Kalkın Çocuklar!'
Evet, bugün bayram erken kalkın çocuklar!
Biz de öyle yaptık ve erkenden güne başladık.
Ama bir eksikle...
Bu nedenle bayramları ne yalan söyleyeyim sevmiyorum daha doğrusu sevemiyorum.

Elini öpeceğin, kokusunu içine çekeceğin bir baban yoksa, bayram gelmiş neyime...
Ama yine de adettendir.
Siz siz olun, şu üç günlük dünyada birbirinizi kırmayın. Uzun zamandır arayamadığınız eşinizi, dostunuzu, sevdiklerinizi de arayın gitsin.
İnsan karşısındaki kişinin mutluluğuyla mutlu olabilmeyi de başarabilmelidir çünkü...
Birisini sevindirmekten ve mutlu etmekten kime ne zarar gelmiş ki?
Ehh o zaman bu vesileyle ben de hepinizin bayramını kutluyorum.
Yüzünüzden tebessümün hiç eksilmediği, sağlıklı, mutlu, huzurlu ve afiyet dolu nice bayramlar dilerim.
Bayramınız butlu (kutlu) olsun.

Not: Bayramda kim ne okuyor bakalım?

0 yorum :

Mim - len - dim! İşte Hakkımdaki 20 gerçek!

23:15 ebru altin 1 Comments

Bu mim olaylarına aslında aklım pek ermez.
Blogun içeriği de malum zaten.
Amma velakin arada sırada kaçamak yapmaktan da kimseye zarar vermez, değil mi ama.
Bu nedenle sevgili biricit'in mim'iyle ilgili cevaplara gelin birlikte göz atalım :)

Hakkımda ki 20 gerçek...

1. Girdiğim ortamlarda her ne kadar evli olduğum kanısına varılsa da (Ki bu kanıya özellikle erkeklerin vardığını da ayrıca belirteyim. Bu kanıya nasıl kapıldıklarını da anlayabilmiş değilim ya neyse) ben de mazbut bekarlardanım.

2. Bu arada tam tamına 31 yaşında olmuş olsam da ısrarla 30 olduğumu iddia ediyorum. Hatta o da ne? 32 olmama da şunun şurasında yalnızca 2 - 3 ay kalmış. Eyvahlar olsun! Tabii böyle diyorum ama görünüşte 25 - 26'dan fazla göstermediğim için de ne yalan söyleyeyim çok şanslıyım :))

3. Çok fazla detaycıyım. Bir projede çalışırken -işle veya tamamen kişisel herhangi bir proje de- tabir-i caizse moleküler yapısına kadar iner ve hızla tekrardan
inşa ederim.

4. Karşılaşabileceğim olumsuzluklar için her zaman bir B ve C planım vardır. Bunu da gerekmedikçe kimseye söylemem.

5. En ufak iyiliği de, kötülüğü de unutmam. Beynim sürekli kayıttadır yani :))

6. Yaptığım işten ve kişilik özelliğimden dolayı sürekli araştırırım. Yeni şeyler öğrenmek, okumak, bilmediğim konularda araştırma yapmak beni acayip mutlu eder.

7. En mutlu olduğum anlar sıcak bir battaniyenin altına girip, saatlerce kitap okumaktır.

8. Her ne kadar 30 yaşında olmuş olsam da süt içmeyi hala çok severim. Çay ve kahveyi de unutmayalım lütfen... Özellikle Sherlock Holmes ve Agatha Christie okuyorsam mutlaka yanımda bir fincan kahve de bulundururum. Sigara içmiyorum.

9. Maaşımın büyük bir kısmını kitaplara yatırırım. Hala kenarıma köşeme koyduğum tek kuruşum bile yok. 2014 itibariyle buna el atıcam inşallah :))

10. Çocuk ruhluyum. Hatta içimdeki çocuğun her daim salıncakta sallanma sevdasından da bıkıp usanmadım değil hani :D

11. En sevdiğim organım her daim gülümsemeyi başaran gözlerim :)

12. Yalnızlıktan korktuğum söylenemez. Hatta çok severim de denebilir. Çünkü yalnız kaldığım zamanlar en üretken olduğum anlardır. Hele bir de gök gürültüsü de varsa offf offf :)

13. Nörobilime dair kitaplar inanılmaz ilgimi çeker.

14. Antik kentlere dayanamam. Kafama estiğinde, her türlü müsaitlik durumumda el veriyorsa atlar giderim. İşten çıkar çıkmaz günübirliğine İzmir'deki Agora'ya gitmişliğim vardır mesela.

15. Hayao Miyazaki animelerine bayılırım.

16. Tim Burton'a hastayım. Şu ana kadar her filmini en azından 5'er kere seyretmişimdir.

17. Gerek filmi gerekse de kitap bakımından değerlendirildiğinde en etkilendiğim eser Savaş Atı olmuştur.

18. Pişmanlık, hata vs... Zamanında yaptığım hatalar illa ki vardır. Yok diyemem. Ama şu an en azından şunu diyebilirim. Şu an ki aklım olsaydı o dönemde yaptığım hataları eminim ki şu an yapmazdım.

19. Şu aralar kafayı şeker hamurundan yapılan 3 boyutlu figürlü pastalara taktım.Ama öncesinde kendime bir tane aşçı önlüğü ve şapkası yapıcam. Hemi dee uyuşuk eeyor karakterli olacak :D Ayrıca ahşap bir kalemlik yapma düşüncem de var :D Tüyoları nasılsa çok sevgili blogger arkadaşım Senem'den aldım :) Kendisine de bu vesileyle çok teşekkür ediyorum.

20. Herkeste olduğu gibi aile faktörü benim içinde son derece önemli. Bu nedenle annemle, abimin yeri ben de her daim farklıdır. Ahh az kalsın unutuyordum. Bu sene 11 yaşında olan şapşal köpeğimi de unutmayalım lütfen :D

1 yorum :

Akıllı lamba ile her yer ışıl ışıl... :)

11:43 ebru altin 2 Comments

Siz de benim gibi kitap okuma lambasız yapamam diyenlerden misiniz yoksa?

Ne yalan söyleyeyim uyumaya hazırlık öncesinde veya balkonda otururken okunan birkaç sayfayı rahatlıkla okuma da bu lambaların acayip işe yaradığını düşünüyorum.

Kitap sayfasına taktığınız küçücük bir aparat, sizi bir anda farklı bir hikayenin ve kahramanın peşinden sürükleyebiliyor nede olsa...

Yukarıda bahsettiğim kitap okuma aparatını eminim ki birçoğunuz biliyorsunuzdur.

Peki kitap şeklinde tasarlanan bu lambayı daha önce görmüş müydünüz diye sorsam?

Efendim?

Cevapları duyamadım...

Ben ona akıllı lamba Lumio adını taktım. Bakın ne işlevlikleri varmış?



2 yorum :

Biri, Frankfurt Kitap Fuarı mı dedi yoksa!

14:24 ebru altin 1 Comments


Bir şehirde kitap fuarı açılır da, kitap kurtları o fuara gitmeden durabilirler mi?
Tabii ki hayır!
Çünkü iki elleri kanda olsa, işten güçten kafalarını kaldıramayacak durumda dahi olsalar, ne yapar eder ve o fuara giderler. Zira bir gidişte kesmez onları. İmkanları varsa mutlaka bir kere daha uğrayıverirler, sanki daha bir - iki gün önce orada değillermiş gibi sevinçle, mutlulukla...
Gidemedikleri zamanlarda da küçük bir çocuk edasıyla yüzlerini asıverirler. Aynı şu anda benim yaptığım gibi...

Malum geçtiğimiz hafta görkemli bir açılışla başlayan ve dünyanın en büyük fuarı kabul edilen Frankfurt Kitap Festivali, bu akşam itibariyle kapılarını kapatıyor.

Açıkçası Frankfurt Kitap Festivali'nin adını daha önceki senelerde duymuş olsam da hiç üzerinde kafa yorma ihtiyacı duymamıştım. İhtiyaç duymama nedenimi oluşturan faktörün ele başı ise malum! Ağırlıklı olarak nasılsa gidemeyeceğim düşüncesi. Kıskançlık faktörünü de yüzde 40 oranında içerisine yerleştirdik mi tamamdır :) Al sana kapı gibi neden!


Tabii gerek bu seneki açılışlarıyla ilgili okuduğum haberler, gerekse de program içeriği, ne yalan söyleyeyim fuara yönelik araştırma yapıp, yeni şeyler öğrenme isteğimi kamçıladı gibi. Dolayısıyla ben de rahat durmayıp, fuarla ilgili birazcık araştırma yapma yoluna gittim, hepsi bu kadar :)


Öncelikle merak ettiğim şeylerin başını özellikle fuarın neden başka bir yerde değil de, Frankfurt'ta yapılıyor oluşu çekiyordu. Burası diğer ülkelere nazaran kültürel yönden daha mı gelişmişti yoksa! Yerli yersiz, konuyla ilgili veya ilgisiz bir sürü soru baloncuğu malum beynimin içerisinde cirit atmakla meşguldü. Ta ki aradığım cevabı bulana kadar.


Evet, fuar Frankfurt'ta açılıyordu. Çünkü matbaayı Gutenberg bulmuştu! Bu nedenle de fuar 17. yüzyıla kadar Gutenberg'in matbaayı bulduğu, Frankfurt'a yaklaşık 30 dk. uzaklıktaki Mainz kentinde gerçekleşiyordu. Dolayısıyla öncesinde yerel kitap satıcılarının başlattığı bu furya, zamanla büyüyüp şimdiki haline bürünüvermiş. Rönesans'ın merkezi olarak kabul edilmesi de cabası.


Peki fuarın açık olduğu bu süre dilimi içerisinde neler olmuş? Gelin birlikte göz atalım!

* Bu yıl 65. si düzenlenen fuar da 7.300 yayınevi stand açmış.
* Fuar süresince yaklaşık 3 bin tane etkinlik düzenlenmiş.
* Her ne kadar fuara gitmesi beklenen ziyaretçi sayısı 300 bin olarak düşünülse de kesin rakamı ancak fuar kapanışından sonra açıklanacak rakamlarla öğrenebileceğiz.
* Fuar da kitap dünyasındaki dijitalleşme konusu tartışılmış. (Bu dijitalleşme işini sanırım bir ben sevemedim!)
* Odak ülke Brezilya ile ilgili 260 kitap, okuyucuyla buluşmuş.
* Fuarda yer alan Türkiye ulusal standında ise 200'ü aşkın yayınevinin 3 bin eseri sergilenmiş.
* Etkinlik kapsamında Piri Reis'in Dünya Haritası'nın 500. Yıl dönümünün UNESCO tarafından 2013 yılı anma ve kutlama yıl dönümü arasına alınması nedeniyle Piri Reis: Akdeniz'in Piri - 500 Yılın Gizemi isimli sergi açılmış.
* Ebru sanatçısı Sezer Subaşı, uygulamalı olarak sanatını icra ederken, katılımcılara da ebru örnekleri hediye etmiş. (Ahh ahhh! Orada olup, o ebru örneklerinden birisini almak vardı ya neyse :))

1 yorum :