In The Heart of The Sea: Denizin Ortasında Çekişmeli Bir Macera

14:37 ebru altin 1 Comments

Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında dev canlılarla edilen amansız mücadele. Balinalar ve avcılar... Devasa kuyruklarıyla oluşturdukları dalgalar altından görülen Güneş'in ışıltısı...


Film, Amerikalı yazar Herman Melville'in dünyaca ünlü romanı olan Moby Dick'den esinlenmiş gibi dursa da aslında Nathaniel Philbrick'in In The Heart of The Sea: The Tragedy of The Whaleship Essex kitabından uyarlanmış, filmiş yönetmenliğini ise A Beautiful Mind, Cindirella Man ve Rush gibi başarılı filmlerden tanıdığımız Rom Howard yapmıştır.

Filmde aydınlatma için balina yapı gereksiniminin tedariğini sağlamak üzere 1820 yılında Essex ismindeki gemiyle denize açılan bir grup denizcinin başına gelen felaketler konu alınıyor. Balina avcılığına yaptığı gönderme ile In The Heart of The Sea ince bir kapitalizm eleştirisini de yapmayı ihmal etmiyor.


İspermeçet avlamak üzere yola çıkan Essex; devasa bir balinanın saldırısı sonucunda parçalanır. Mürettebattan kurtulanlar küçük bir tekneyle Pasifik Okyanusunun ortasında hayatta kalma mücadelesi verir. Yiyecekleri tükendiğinde ise ölen arkadaşlarını yemeye başlarlar. Hayatta kalan 8 kişinin yaşadığı bu olay; 1850 yılında Amerikalı yazar Herman Melville'nin yaratacağı efsanevi Moby Dick'in de temellerini atmış oluyor. In The Heart of The Sea bu nedenle Moby Dick efsanesinin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili de izleyicilerini aydınlatıyor.

Başrollerde yönetmenin 2013 tarihli filmi Rush'da da izlediğimiz Chris Hemsworth, Cillian Murphy, Benjamin Walker, Brendan Gleeson gibi oyuncular bulunmakta. Oyunculuk bakımından vasatın üstünde bir performans sergilenmiş olsa da, Cillian Murphy faktörünün filmde kattıklarını es geçmemek lazım.


Filmin renk tonlarında hakim olan yeşil ağırlıklı renkler genel anlamda atmosfere uymakla birlikte, izleyicilere verilmek istenen denizin ortasında kalmışlık hissini başarılı şekilde seyirciye aktarıyor. Hikaye olarak sıradan olan filmi izleten en büyük etkenler aksiyon sahnelerinin çokluğu ve görsel efekt kullanımındaki başarı.

Sonuç olarak Ron Howard gibi bir yönetmenin diğer başyapıtlarını göz önüne almadan izlerseniz filmden daha fazla zevk alabilirsiniz. Çünkü yönetmenin diğer filmleriyle kıyaslama içine girildiğinde maalesef sınıfta kalıyor.


1 yorum :

The VVitch: Adım Adım Cadılaşmak

11:30 ebru altin 1 Comments

Ortaçağ İngiltere'sinde gri bulutlarla kaplı ormanın ve dinin çemberine kısılmış bir aile...

William ve Katherine; çiftçilikle geçimini sağlayan beş çocuklu dindar bir ailenin ebeveynleridir. Bir gün aldıkları kararla yaşadıkları kasabayı terk ederek kimsenin olmadığı bir bölgeye yerleşme kararı alırlar. Amaçları dinlerini istediklerini gibi yaşayıp, mısır yetiştirerek insanlardan uzakta geçimlerini sağlamaktır. Fakat işler istedikleri gibi gitmez. Yavaş yavaş karanlığın çukuruna doğru çekilirler.


Ektikleri mısırlar çürümekte ve tarımdan yeterli verimi alamamaktadırlar. Thomasin, yeni doğan kardeşi Sam ile oyun oynarken Sam bilinmeyen bir sebepten ötürü kaybolur. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Thomasin, kardeşi Caleb ile oynarken ikiz kardeşlerini korkutmak için cadı olduğunu söyler.

En küçük kardeşlerinden başlayan lanet, hepsini sarar. Caleb'in de ormanda kaybolmasıyla işler gittikçe daha da kötü bir hal alır. İkizlerin annesine ve babasına Thomasin'in cadı olduğunu söylemesiyle kendini olmadığı bir şekilde bulan Thomasin için kendini bu durumdan kurtarması gerekmektedir.

Filmin yazar ve yönetmeni olan Robert Eggers'ın ilk uzun metraj filmi olan The VVitch: A New - England Folktale; gerek gerilim unsurlarını doğru yerlerde kullanarak, gerekse gri tonlardaki sisli görüntüleriyle izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor.


Ormanın içindeki yalnız kalmışlık duygusunu atmosferiyle doğru şekilde vererek, gerilim dozunun dengesini başarılı bir şekilde ayarlamış.

Korku filmi olmayan, bir gerilim filmi olan The VVitch; dönemin insanlarının bakış açılarını ve bağnazca yaklaşımlarını perdeye aktarmaktadır. O dönemde yaşayan insanlar dinlerine çok bağlı ve cadılardan da korkuyordu.

Cadılığın simgesi olan dans etmek, şarkı söylemek, oyun oynamak türünden aktiviteleri yapan birisini gördüklerinde cadı yaftasını yapıştırarak cezalandırıyorlardı. Bu cezayı vermek için cadı mahkemeleri bile kurulmuştu.

Filmin müzikleri atmosfere uygun olarak, aniden hızlanan ve insanı huzursuz edecek bir şekilde hazırlanmış.


Özellikle Harvey Scrimshaw'ın Caleb'in ormandan döndükten sonraki oyunculuğu ve Anya Taylor-Joy'un son sahnelerdeki performansları dikkat çekici. Tabii Game of Thrones dizisindeki Lysa Arryn rolüyle gördüğümüz Kate Dickie'nin oynadığı Katherine karakterinin hakkını da vermek lazım.

Keçinin olduğu sahnelerde izleyiciyi germeyi başaran Black Philipp'i de tebrik ediyoruz.

Son olarak filmin amacının bir korku filmi olmadığını, dönemin gerçek hikayelerinden yola çıkan bir gerilim filmi olduğunu ve o zamanda yaşayan dindar insanların nasıl bir bakış açılarının bulunduğunu vurgulamak olduğunu söyleyebiliriz.


1 yorum :

Everest: Zirveye Dokunanlar

12:00 ebru altin 0 Comments


Düşük oksijen, şiddetli fırtına, kar ve 8000 metre yükseklikte zirveye dokunmak için verilen yaşam mücadelesi…

Yönetmenliğini Baltasar Kormákur’un yaptığı Everest, 1996 yılında Everest’e tırmanış düzenleyen iki dağcı takımının başından geçen yaşanmış bir olaya dayanıyor. İki rakip olan Rob Hall ve Scott Fisher; Everest’e ticari tırmanışlar düzenlemektedir. İkisinin de amacı; aynı anda takımlarını zirveye ulaştırmaktır. Sert geçen hava koşullarına rağmen ekip liderleri geri dönme kararı almazlar. Çünkü diğer ekip zirveye ulaşırsa geri dönenin ticari itibarını zedelenecektir. Bu nedenle şartlar ne kadar zor olursa olsun zirveye ulaşmada kararlıdırlar.

Şiddetli fırtına ve tırmanış yolundaki halatların onarılması gerekliliği iki takımı da zor durumda bırakır. Bir yandan hava koşullarına göğüs germeye çalışan dağcılar diğer yandan da donanımlarını sağlamlaştırmak zorundadırlar. Ancak sorun sadece bunlarla da sınırlı değildir. Çünkü oksijen yetersizliği gibi başka büyük problemleri de vardır.

Filmin başrollerinde Jason Clarke, Jake Gyllenhaal, Josh Brolin, Emily Watson ve Keira Knightley bulunuyor.


Açıkça söylemek gerekirse cast seçimi yerinde gibi görünse de Jake Gyllenhaal gibi bir oyuncuyu çok fazla kullanamamış yönetmen. Oysa Donnie Darko ve Night Crawler filmlerinde mükemmel performans sergileyen Jake Gyllenhaal rolü gereği bu filmde biraz sönük kalmış. Keira Knightley’in ise elinde telefonla uzanarak salya sümük ağlamak dışında başka pek bir rolünü maalesef göremiyoruz. Terminatör serisinin son halkası olan Genisys ve Dawn of the Planet of the Apes’de dikkatleri üzerine çeken Jason Clarke ise rolünün hakkını vermiş.

Ekipteki diğer katılan dağcıların hikayelerine daha fazla yer verilseymiş izleyicinin empati kurması daha kolay olacakmış.

Genelde felaket filmlerinin en büyük handikapı olan CGI kullanımında ise Everest geçerli not almayı başarıyor. Yapay görünmeyen ortamlar ve çığ sahneleri gerçeği aratmayacak cinsten. Filmdeki ölüm sahnelerinin abartılı biçimde verilmemesi gerçekçiliği daha da üst seviyelere çekmekte.

Sonuç olarak Everest 1996 yılında meydana gelen ve 8 dağcının ölümü ile sonlanan trajik zirveye tırmanış hikayesini izleyiciye başarılı şekilde yansıtırken, diğer yandan da faciada yaşamını yitiren dağcılara saygı duruşunu esirgemiyor.




0 yorum :

Room: Gizli Dünya'nın Gerçeğe Açılan Kapısı

22:12 ebru altin 1 Comments


Yaşı kaç olursa olsun bir yetişkin veya çocuk, kutu gibi bir odada hayatını ne kadar devam ettirebilir, hiç düşündünüz mü?

3 gün mü, 5 hafta mı yoksa 1 yıl mı?
Verilebilecek cevaplar az çok bellidir aslında. O yüzden öyle aman aman üzerinde düşünmeye gerek olduğunu hiç sanmıyorum. Zira bir yetişkin veya çocuğun bir yere kapatılma veya hapsedilmesi, insan doğasına tek kelimeyle aykırı bir durumdur.

Aykırıdır çünkü insan doğası gereği özgür bir şekilde yaratılmıştır. Bundan dolayıdır ki insanoğlu kendi rızasıyla bırakın günlerce bir yerde alıkonulmayı birkaç saat bile bir yerde kapalı kalmak istemez.

Bu satırları bana yazdıran şey ise bu yıl ki Oscar Ödülleri’nde Brie Larson’a En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran Room isimli film oldu diyebilirim.

İnsanı izlerken dahi klostrofobinin eşiğine getiren film, Emma Donoghue’nin aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan eşsiz yapımlardan birisi niteliğinde.

Ülkemizde Gizli Dünya ismiyle gösterime giren Room; 17 yaşındayken yaşlı Nick adını taktığı bir adam tarafından kaçırılıp, bir kulübeye hapsedilen Joy Newsome ile o kulübede doğan küçük Jack’in hikayesini gözler önüne seriyor.

Küçücük bir odada başlayan bu duygusal yolculuğun aynı zamanda her şeyin ortaya döküldüğü bir evrene dönüşmesi de cabası elbette…

Tüm dünyası yalnızca 3 metreye 3 metre olan bir odadan ibaret, 5 yaşında küçücük bir çocuk ve o çocuğun kutu gibi bir odaya sığdırdığı kocaman bir dünyası var aslında bu filmde!

Hiçbir zaman rüzgarı ve yağmuru hissedememiş olan Jack, doğal olarak Ma’dan başka hiç kimseyi tanımadığı gibi annesinin 17 yaşından beri o odadan kurtulmaya çalıştığını da bilmemektedir. Aksine annesinin sonsuz sevgisi ve onun mutluluğuna odaklanmış olması ise Jack’in içinde bulunduğu tehlikenin farkına varmak bir yana dursun, meraklı ve herşeyi sorgulayan bir çocuk olmasını sağlamıştır. Jack her ne kadar halinden şikayetçi olmasa da, Ma’nın dış dünyaya girmek için yaptığı cesurca kaçış planı sayesinde, temsil ettiği tüm şaşırtıcı bilinmeyenler bir bir gün yüzüne çıkarılarak, çözüme kavuşacaktır.

Leny Abrahamson’un yönetmenlik koltuğuna oturduğu ve 118 dakika boyunca adeta izleyiciye nefes almadan macera dolu bir serüvenin içine sürükleyen film, oyuncularıyla da akıllarda uzun bir süre yer edeceğe benziyor.


Şüphesiz ki Brie Larson’ın performansı için filmin tartışmasız en sağlam tarafıdır diyebiliriz. Çünkü filmde Joy karakterine hayat veren Larson’ı yıllardır süregelen psikolojik işkence ve tecavüze rağmen sırf oğlu için pozitif kalmaya, onu yetiştirip tehlikelerden korumaya çalışan bir kadın, her şeyden önemlisi de bir anne olarak izliyoruz.

Peki çocuk oyuncu Jacob Tremblay’e ne demeli… Daha 8 yaşında olmuş olmasına rağmen yaşının üzerindeki performansıyla seyirciyi adeta kendine hayran bırakıyor.

Filmi izleyecek olanları bekleyen müthiş sinematografi çoğunlukla zorlayıcı olsa da, tabloid şablondan uzak yapısına muhteşem oyunculuk ve yönetmenlik başarısını da ekleyince senenin en iyi dram filmlerinden biri haline gelmesi de elbette kaçınılmaz oluyor.

“Başka bir gezegende miyiz?
– Hayır, aynısı! Sadece farklı bir yer…

Sizin içinde bulunduğunuz gezegen nasıl bir yerdir bilinmez ama (!) Room’u hala izlemediyseniz emin olun çok şey kaçırıyorsunuz demektir. Kim bilir belki siz de içinizde hapsolmuş bazı duyguları bu filmle birlikte özgürlüğüne kavuşturursunuz, belli mi olur.


1 yorum :